• Home
  • About
    • Press
    • News Clips
  • Galleries
    • Drawings Gallery
    • Painting Gallery
    • Hand Colored Graphics
  • Events
    • Upcoming Events
    • Past Events
  • Open Diary
  • Afacan School
  • Contact

Open Diary

KADER VICDANDA CIZILIYOR

Open Diary

 

Sene 1981

Bergen Universitesi’nde Matematik-Fizik okuyorum . Oyalanıyorum yine . Amacım bu değil . O kadar cok oyalanmıştım ki artık dersleri ezbere biliyordum . Türkiye’den yeni gelen  bazı kişilere matematik dersi vermeye başladım . Halen Norvec’de, yetiştirdiğim talebelerim vardır. Turgay, Atilla gibi …

Birgün üniversitemizin merdivenlerine bir resim asıldı.  ’Andreas Baadarin Öldürülüşü’ adlı bir tablo. Odd Nedrum tarafından yapılmış. Üniversitemizdeki rektörlük, anarşist bir resim gerekçesiyle, resmin kaldırılmasını istiyordu. Talebelerde itiraz ediyordu . Bunların hiçbiri benim umurumda değildi. Ben hergün merdivenin başında oturuyor ve bu elleri nasıl yapmış, bu dizi nasıl yapmış ona takılmıştım. Evet, hayatımı vereceğim şeyi bulmuştum.Hayatımı buna verebilirdim…

Üniversite ile konuştum. Resim bölümüne transfer olmak istedim. Bunun imkansız olduğunu söylediler. Resim yapmak isteyen birini durdurmanın ne kadar imklansız olduğunu tabiiki bilemiyorlardi .

Okulu aynı gün bıraktım. O resmi yapan ressamı da aramadim. Çok gururluydum, kimseden yardım istiyemezdim.

Kuzey Norveç’e kaçtım.  6 ay gündüz  6 ay gece… Orada kimse beni bulamazdi . Çakıl taşlarına güller, çiçekler yapıp, sokakta satarak yaşamımı sürdürüyordum. Karım, Türkiye’ye dönmüştü. Çünkü üniversitede okumadığım için oturum alamıyorduk. Kuzey Norveç cok soğuktu . Norveç’in iyice kuzeyi… Tromso’dayim, sokaktayim… O gece çok soğuktu. İnsanlar önüme para bırakıyordu ama benim uçuşan paranın arkasndan gidecek halim yoktu. Donuyordum! Kaldırımda oturmuştum. Yanıma bir genç yaklaştı.

”Türk müsünüz?” dedi . ”Evet” diyebildim. ”Ben Cüneyt Çizer” dedi . Ressam Kemal Çizer’in oğlu imiş.

Kız kardeşinin adı Neslihan.  Ingiltere’deki üniversiteden kız arkadaşım. Cüneyt’e demis ki: ”Git Norveç’te Eser’i bul. O sana yardım eder.” O da gitmiş. Oslo Bergen varken Kuzey kutbunda beni arıyor ve sokakta donmak üzereyken tesadüfen buluyor .

 

Daha doğrusu bulamadığı için Kuzey Norveç’e yerleşyor ve biz sokakda karsilasiyoruz. Adımı duyunca çılgına döndü ve boynuma sarıldı. ”Abi ben seni her yerde aradım. Bu ne hal böyle” dedi. ”Sen donuyorsun” dedi . Aldı beni evine götürdü…

Oturum için polise müracaat ettik. İzin vermediler ve Norveç’i terk etmem için bana 4 gün müsade verdiler. Cüneyt’in pasaportu ile uçağa bindim ve Oslo’ya kaçıyordum. Uçakta  bir kaçak olduğu anosns edildi. Bir yabancı kaçak… Kimlik kontrolü yapılacakmış. Uçaktaki tek kara kafa benim… Polis herkesin kimligine baktı . Göz göze geldik .

O iki güzel mavi gözü hayatım boyunca unutamam. Beni atladi! Bana kimlik sormadi! Aradığı yabancı bendim… Yıllar sonra, o polisi çok aradım ama bulamadım.

Oslo’da bana arkadaşların verdiği Avukat Lokneri buldum . O bana izin alacaktı. Devrim ci bir avukatmış. Benim önüme bir kağıt uzattı. Türk askerleri kardeşimi öldürdüğünü yazıyordu. İmzalamadım. ”Bunu imzalamazsan  kimsenin yapamadığı bir şeyi yapabildiğini isbat etmen gerekir” dedi .

 

Kapıyı vurdum cıktım. Dışarısı dondurucu soğuk… Bir Arap arkadaşım  arkamdan ”Eser” diye bağırdı. ”Ya Habibi” dedi . ”Sen heykel yapabilir misin? Bergen’de agaçların üzerine resim yapardın” dedi . Tabiiki yaparım dedim. Amacım soğuktan kurtulmaktı. Arap arkadaşımın ismi Hassan Salem. Facebookta onu herkes bulabilir .

Beni aldı yer altında bir mahzene götürdü. Orada ona minik heykeller yapacaktım. O da onların kalıplarını alıp sokakta satacaktı. 6 ay boyunca binlerce bu minik heykeleri yaptım. Tanesine yarım dolar alıyordum. Para biriktirdiğim için, parayı 6 ay almadım kasada biriktirin dedim. Malzemelerin parasını veren bir Suriyeli ortağı vardı. Paramı ödemedi ve beni soğukta dışarı attı. Hasan arkamdan koştu. ”Eser, benim sözüm geçmiyor. Parayı veren bu Suriyeli” dedi. Bana bir telefon numarası verdi. ”Bu adam sana yardm edebilir” dedi . Numarayı aldım ve çıktım.

 

Bir telefon kulübesinden numarayı aradım.

”Ben Eser Afacan. Türküm. Sanatçı olmak istiyorum. Bana ne yapabilirsiniz” dedim

Karşımdaki kişinin kim olduğunu bilmiyordum.

”Çok gurur duyarım” dedi. Adresini verdi ve ”saat 2 de atolyemde buluşalım” dedi

 

Odd Nedrumun karısının ismi Cicilia. O gün Ankaradaymış. Çünkü babası Ankara Norvec Buyuk elçisi olmuş, onu ziyarete gitmiş. Türkiye’de sanırım bazı ressamlar ona yardim etmiş, müzeleri gezdirmiş. Cicilia o gün Ankara’dan dönüyormuş.Beni onun arkadaşı sanmış. Bana, hemen randevu verdi.

Ben gittiğim kişinin ’Odd Nedrum’ olduğunu bilmiyordum .

Odd Nedrumun telefonunu kimsenin bulma olanağı olmadıığını sonradan öğrendim. Hasan ona modelik yapmış. Bu yüzden  numarası varmış. Filistinli göçmenlerin Istail tarafından işkence edildiğine dair bir resim yapiyormuş o sırada Odd Nedrum.

Atölyede beni karşıladı. Ben durumu anlattım. Kendi kitabının en öndeki boş sayfasını yırttı ve ’Eser Afacan benim asistanimdir. Her türlü sorumluluğunu üzerime aliyorum’ yazdı. Bir de oda verdi .”Burası senin atölyen” dedi . Şaşkındım. Ressam olmaya karar verdiğim kişinin o olduğunu hala bilmiyordum.

Ama mutluydum . Her kimse notlarıma  bu adamı seviyorum diye yazdım.

Gördüğünüz  gibi birisi benim elimi tutmuş ve her ne olursa olsun yalnız bırakmıyor. Siz buna ’tanrı’ diyebilirsiniz. Ben onu, her zaman kendi vicdanimda aradim ve beni hiç yalnız bırakmadı.

Noel 1981 ODD NEDRUMUN ASİSTANI OLMUŞTUM .

Yılbaşı gecesi bile calışıyordu. Hergün calışıyordu ve ben de hergün calıştım.

 

Birgün polis geldi, tutukladı. Hava alanına götürdü. İtiraz etmedim…Orada fotoğrafımı çektiler ve Norveç Pasaportu verdiler. ”Söz ver” dediler. ”Resimden başka bir şey yapmayacaksın”. ”Söz veriyorum” dedim. Kultur Bakanlığı’nın bir sözüne güveni tam dediler. Verdiler…

Ben sözümden asla dönmedim.

Vicdanınıza güvenin… Her şey orada çizilecektir.

Çok sonra öğrendim ki Kuzey Norveç’den beni kaçırtan avukat da Odd Nedrumun kardesi Oddvar Nedrum’du.

 

Aradan 35 sene gecti . Beni sokakda bulan Hassan Salem  Bergendeki atolyemin onudeydi .  Saclari bembeyazdi .Ve perisan bir durumdaydi . Benim Atolyemin altindaki yeri ona atolye yaptik . 18 ay kirasini bir resimle odedim . Ve oraya muhtesem bir  el isi mumlari yapan bir atolye kurduk . Arada sirada ben asagi iniyorum diyorsam , Dostumla dunyanin en guzel mumlari arasinda kahve iciyorumdur .

KADER VİCDANDA ÇİZİLİYOR. BENİM YANIMDA BAŞKA HİÇBİR ŞEYİM YOKTU.

ÖĞRENMEK İSTEYENE BİR OT ALİM KESİLİR

Open Diary

ÖĞRENMEK İSTEYENE BİR OT ALİM KESİLİR . ÖĞRENMEK İSTEMEYENE BİR KÜTÜPHANE SAMANLIK …

 

Sene  1991… yıllarca süren yoğun çalışma ve korkunç acılardan sonra başarmıştım. Manhattan resim yarışmasını kazanmış ve bütün dünyanın ilgisini çekmiştim. Tekliflerin altından kalkamıyordum. Ve Norveç’te Best Seller olmuştum. Artık ekonomik sıkıntı bitmiş ve popüler bir sanatçı olmuştum. Norveç’in ikinci en pahalı ressamıydım.

Sahilde büyük bir çiftlik aldım. Ve o çiftliği en ünlü mimarlarla tam bir kartal yuvasına çevirmiştim. Dev bakır kubbelerle eşi bulunmaz bir ev yaptırmıştım. İnsan hayalinin bile kabul edemeyeceği dev kayaları bahçeme getirtip dantel gibi ördürüp kayaların içine özel çiçekler… öyle bir rüyaydı ki insanlar evi seyretmeye geliyordu . Artık ailemi çağırıp hakkımda yanıldıklarını gösterip ”bak anne ben basardim” demek istiyordum.

Ailemi davet ettim Norveç’e…

Şaşkınlık içindeydiler. Oğlum seninle gurur duyuyoruz, dediler . Ressam olmaya karar verdiğim zamanki gibi ”oğlum şerefsiz mi oldun” demiyorlardı artık .

Anne dedim… her şey güzel de… Adana’nın salatalığını, yemyeşil mis kokusunu özledim; bak o yok, dedim. Annem de oğlum sana  çekirdeklerini gönderirim sen Adana’nın domatesini de seversin sana bir torba gönderirim, dedi. Ve tatil dönüşü gönderdi de…

Bahçıvanımı çağırdım. Truls al şunları atölyemin etrafına ek canım, dedim.

Ekti.

Aradan 1.5 ay geçti ve salatalıklar ve domatesler çıkmaya başladı. Mutluydum. Fakat ne göreyim! Salatalıklar şişko sararmış ve kalın çekirdekliydiler. Nerede o Adana’nın yemyeşil mis kokulu ince yakışıklı salataları? Truls’u çağırdım . Bahçıvan bu nasıl iş? Adana’nın salatalığını rezil etmişsin, dedim. Yok Eser bey dedi. Norveç’te mevsim erken biter, biz de geç ektik. Bu yüzden salatalıklar öleceğini anladı  gelecek nesli için çekirdek bırakıyorlar, dedi . Şaşırmıştım. Salatalık ve gelecek nesil? Düşünmeden domatesleri gösterdim . Eğri büyrüydüler, onların da çekirdekleri kalın kalın ve sarımtıraktı. Bu ne oğlum, dedim. Onlar da öyle dedi. Gelecek nesilleri için çekirdek bırakıyorlar, öleceklerini anladılar…

Sinirlenmiştim. Salatalık ne anlarmış gelecek nesilden!

Güldü, eliyle bahçemi gösterdi . Bak senin bahçen Norveç’in en güzel bahçesi seçildi, dedi. Çimlerin eşsiz güzellikte, yemyeşil…

Bir ot tanesi 40 cm büyür, 70 tohum bırakır ve ÖLÜR dedi . Ama biz çimleri 4 cm’de biçeriz dedi . Çimlerin bebelerine bu yüzden kavuşamaz ve mücadele verir. Güçlenir ölemezler bebelerine kavuşamadan dedi . Kışları kara karşı mücadele ederler . Bize karşı mücadele ederler . Bebelerine kavuşmak için dedi . Çimlerin bu yüzden çok güzel yemyeşil dedi. Donmuştum. Salatalık, arkasından domates, şimdi de bir ot . Çimlere basamıyordum. O sesiz çığlık kulaklarımı çınlatıyordu, ”bebelerim” diye bağırıyorlardı . Bir ot kadar sorumlu olamamıştım gelecek neslim için. Kulaklarımı kapadım ağlıyordum. Şu anda da ağlıyorum. Atölyeme girdim. Gelecek nesil icin birşeyler yapmalıydım. O bir çift mavi gözlüyü anlamıştım artık. Onun için canımı verebilirdim artık. 12 sene atölyemden dışarı çıkmadım. Hayatımı gelecek nesile adamıştım. Gece gündüz boya kimya çalıştım. Boyaların sırlarını öğrenmeye çalıştım.

Ot, başıma muallim olmuştu.

Öğrenmek isteyene ot bile peygamberdi . Öğrenmek istemeyene dirilemeyene de bir kütüphane samanlıktı . Her şeyi sorgulamaya başladım . Hiçbir şeyle ilgili fikrim olmadığını anladım . 80’lerde ki siyasi akımların tamamının din olduğunu anladım. Yolun bir tarafı sağcı bir tarafı solcu nasıl olabilirdi? Sadece dinin adı değişmişti. Atatürkçüler de dinciydi. Her şey yanlıştı. Bir ot olamamıştık. İnsan nasıl olacaktık?

Tabiatı Allah’ın yarattığına inanan,  nasıl bir peygambere  son peygamber diyebilirdi. Bu imkansızdı. Son peygamber dediğimiz an Allah’a karşı gelmekti bu. Tabiatın kanunları Allah’ın kanunları ise onu bize her öğreten o kanun için peygamberdi. Peygamber olabilmek için de akıl ve eğitim gerekliydi. İslam ülkeleri son peygamberi anlamamışlardı . Milyonlarca milyarlarca peygamber yetişmeliydi tabiatın kanunlarını bulan. Bu ilimdi. Allah’ın kitabı tabiatta idi. Başka da kitabı yoktu .

Kiliseyi aradım . Ben kilisenizden çıkıyorum, bundan sonra benim dinim kendi vicdanımdır dedim . Artık ben Allah’ın yolunda gidecektim. Kitabı da tabiatın kendisiydi. Kainattı. Peygamberleri de ilim adamlarıydı. Ve bunun sonu da yoktu .

İnanç bireysel olmalıydı. Gelişmeyi önlememeliydi. Toplumsal inanç sürü olmak demekti, hangi fikri savunursanız savunun… artık Laikliği ve Atatürk’ü anlıyordum.

 

ATATÜRK BİZİM RÖNESANSIMIZDI.

 

CUMHURİYET BAYRAMIMIMIZ KUTLU OLSUN.

HAYAT KALBİNİZE GİRENLERİN İÇİNDEKİ İNSANI BULMA SANATIDIR

Open Diary

 

Sene 1983 Noel Bayraminda Nedrum Atolyesinde

Nerdrum’un atölyesinde gece gündüz çalışıyordum. Hocama yük olmamak için geçimimi kardeşimin sağladığını söylemiştim. Atölyenin anahtarını bana vermişti. Sabahları ben açıyordum. Akşamları ben kapatıyordum. Ama her aksam nerede kalırım bilmiyordum. Bazen tren istasyonlarında bazen sokaklarda…

 

Cüneyt’in Oslo’da olduğunu öğrendim. Sokakta satış yapıyordu. Beni görünce sevindi. Abicim, ben Grunner Lokke’de abinle beraber bir ev tuttum, bizde kalabilirsin dedi. Yalnız abin istemeyebilir,  beni ziyaret ediyor gibi yap dedi.

Ben her aksam Cüneyt’i görmeye gidiyor gibi orada 15 gün kadar kaldım. Geceleri de resim yaptığım için orada yayılmaya başladım. Abim Sembol “Bu ne ya! Her yer resim doldu, pılını pırtını topla git” dedi. Cüneyt itiraz edince onu da kovdu. Zaten evi kumarhaneye çevirmişti. Cüneyt de çıktı evden başka bir ev tuttu. Ben Cüneyt’te kalmaya başladım. O zaman Cüneyt’in resmini de yaptım.

Ne yaptıysam vazgeçiremediğim Cüneyt’i uyuşturucudan. Çatımız çatırdıyordu tekrar. Ailesi geldi ve Cüneyt’i Türkiye’ye götürdü. Yıllar sonra onu 2. İstanbul Bienali’nde gördüğüm zaman bir halı mağazasında çalışıyordu. Toparlanmıştı. Orada bana enteresan bir şey söyledi. “Abi sen Trømso’dan Oslo’ya benim pasaportumla giderken seni 6 aylık vize karşılığı Ferda ihbar etmiş.” Polise demiş ki gençlere uyuşturucu satıyor. Ben hayatımda hiç uyuşturucu görmemiştim bile!

Ferda beni en çok sevendi ve giderken boynuma sarılıp ağlamıştı, abime bunu nasıl yaparlar diye. Ben de neyim var neyim yok; resimlerimi ve kitaplarımı ona vermiştim. Vay Ferda vay! Kendine nasıl da yazık etmişsin!

Ve ben tekrar sokaktaydım Cüneyt gittikten sonra. Ama mevsim yazdı o kadar da kötü bir zaman değildi. Yazın Norveç’te kafeteryaların bahçeleri olur. İnsanlar dışarıda oturur. Yuvarlak masaları olan bir kahvenin önünden geçiyordum. Bir kız bira içiyordu. Yaklaştım yanına, “O masadaki naylon örtüyü bana ver” dedim. “Deli misin ya? Ne yapacaksın?” dedi. “Çığlık” dedim.

Masasına gittim. Korktu kenara çekildi. Masanın üzerinde ki beyaz örtüye kömürle Çığlık resmini yaptım. Bu benim kendi çığlığımdı.

“Adım Sofia, seni arkadaşlarımla tanıştırmak isterim” dedi. Beni aldı bir film stüdyosuna götürdü. Morten Scalarud isminde bir rejisör orada “La Elve Leve” ( Nehirler Yaşasın ) adlı politik film yapıyordu. Samiler’in Norveç’e karşı bir özgürlük mücadelesiydi film. “Bu stüdyoda kalabilirsin” dedi.

Ama atölyeye çok uzaktı. Otobüse binmem gerekiyordu her gün. “Bir otobüs bileti alır mısın bana” dedim. “Tabii” dedi. Ben her gün aynı biletin tarihini fırçayla değiştirerek kullandım. Kağıt eskidikçe başka birinin kullanılmış bileti benim için yeni biletti artık.

Bir prensibim vardı. Çatını kullanırım ama yemeğini bedava yemem. Aç kalıyordum. Sokakta bazen portre yapıp kazanıyordum ama atölyede olmak zorunda olduğum için her zaman başaramıyordum. Nerdrum şikayet etmeye başladı. Üç resminde beni yapıyordu ve ben çok zayıflamıştım. “Resmim bozuluyor, çok zayıfladın” dedi.

Daha fazla kalamazdım.

Atölyenin anahtarını teslim ettim Nerdrum’un şaşkın bakışlarıyla…ayrılmak istediğimi söyledim. Çatı tamam. Ama kimsenin benim karnımı karşılıksız doyurmasına izin vermiyordum. Bir şeyde teslim olmamalıydım. En zoru açlıktı. Onu korumalıydım.

Film Stüdyosunda Hilde Marie isimli bir kız… Oslo Sabotaj bölümünün şefi olan bu kız bana arkadaşlık teklif etti. Beraber ev tuttuk. O lokantada çalışıyor ve her gün bahşişlerinin yarısını bana veriyordu. İlk sergiden sonra ödeyecektim.

“Son Ziyaret” adlı bir resim yaptım. İdam edilecek bir gence annesi son ziyaretinde bulunuyor. Beni ve annemi yaptım. Resmin slaytını çekti Hilde.

O gün görevi lokantanın barındaydı. Barda, Lasse Kverneml adli bir ressamla sohbet ederken, Lasse’nin Norveç’in en pahalı ressamı olduğunu öğrenmiş. Benim erkek arkadaşım da ressam demiş. “Görebilir miyim resmini?” demiş. Çantasında bir slayt olduğunu  ama bu şekilde görmenin zor olduğunu söylemiş. Lasse de ödünç almış slaytı;  “Evde slayt makinesiyle bakar geri getiririm” demiş. Aradan 9 ay geçiyor.

Son 3 yılda 22 resmim olmuştu. Ama hiç bir galeri konuşmak bile istemiyordu benimle. İçeri bile almıyorlardı. Girerken kovuyorlardı. Hocamı bile kadınların atölyede taşladıkları oluyordu. Onu da bir sürü galeri kovabiliyordu. Klasik resmin düşman görüldüğü Picasso devrindeyiz. Boş çerçeveler, boş tuvallerin rağbette olduğu KAVRAMSAL dünyadayız. Bizim bir hükmümüz yoktu ve biz bir şeyi KAVRAYAMIYORDUK. Onlar da açtı biz de… ama onlara devlet yardım ediyordu sanatın içini boşaltmaları için. Çiçekçiye bile resim koyamıyorduk. Yok sayılıyorduk.

Halkın büyük saygısı vardı yaptığımıza. Ama Akademiler inatla “Kavramsal Sanat” diyordu. Biz bunu hiçbir zaman kavrayamadık. Devlet bütün desteğini istediklerine veriyordu. Hangi boş tuvalin daha değerli olduğunu ancak onlar görebiliyordu. Onlardan başkası bunu göremiyordu. Sanat pastasını istedikleri ile paylaşabiliyorlardı. Türkiye’de bugün olanı biz o zaman çok acı bir şekilde yaşıyorduk. Artık yaşam şansım kalmamıştı.

 Hilde ise gitti. Benim artık ondan harçlık almam kabullenilemezdi. İntihar etmeye karar verdim.

 22 resmimi kestim. Bir not yazıp Hilde’ye teşekkür edecektim. Kapı çalındı.

Lasse, Hilde  ve Kont Galtung denilen bir adam girdi içeri.

Johan Galtung Norveç’in en ünlü galerisiydi. “50. doğum günümü seninle kutlamak isterim, kaç resmin var?” diye sordu.

 “22 efendim” dedim. Hilde hemen atölyeye koştu resimlerimi göstermek için. İçeriden bir çığlık sesi duyuldu. Bütün resimlerim paramparçaydı. Orda kalmıştı. Dışarı çıkmadı.

“Doğum günüm üç hafta sonra. Hazır olabilir misin?” dedi. “Evet” dedim.

Gittiler.

Hilde’yı ailesi geldi ve götürdü. Artık umut bitmişti. Kiliseye gittim. “Ben Nerdrum’un baş asistanıyım. Bana 3 hafta bakın ömür boyu size resim yaparım, ” dedim. Papaz, baş Papazı aradı. “Buraya bir serseri geldi, Norveççe bilmiyor; ne yapalım” diye sordu. Pastör Kuvam Norveç’in en büyük papazıydı. “Kurtulun” diye cevap verdi. İnanmamışlardı bana… kapıyı gösterdiler.

Sokağa çıktım. Teyzemin oğlu ve kardeşim sokakta işportacılık yapıyordu. Teyzem de oğlunu ziyarete gelmiş yanında oturuyordu. Teyze dedim 8 günüm kaldı sergimin açılmasına…8 gün yemek yersem başarabilirim. “Oğlum sana bakmak bize değil kardeşine düşer” dedi .

 “Cüneyt de yaz donemi için Norveç’e tekrar dönmüş. Ona rastladım. Durumu anlattım. Abicim 8 günün kalmış; sana yardım ederim, gece gündüz çalışırız” dedi.

 

22 Resmi 21 günde tekrar yaptım. Son 8 günü Cüneyt ile geçirdim.

Abicim dedi. Bu Galeri seni nasıl buldu…

Türk Büyük Elçisi galerinin önünden geçiyormuş. Galerideki bir yazıda Türk Halı koleksiyonu sergileneceğini okumuş. Galeriye girmiş. Türk Büyük Elçisi olduğunu ve ne gerekiyorsa Elçilik olarak yapabileceklerini söylemiş Galtung’a. O da çok mutlu olmuş. Açılış günü herkes oradayken halılar üzerine bir slayt gösterisi yapmış Elçilik. Bizim Lasse de elindeki “Son Ziyaret” resmini bu slaytların arasına koymuş. Birden bire canlı gibi olan bu sahnede herkes donmuş kalmış. Lasse de “O bir Türk sanatçısı ve Norveç’te yaşıyor “ demiş. Johan da “Hemen bu çocuğu bana bulun” demiş.

O gece bana geldiler. Ama aslında resmim yoktu. Sadece bir tek resmi kesmemiştim. Yalçın benden bir resim satın almıştı. Artık bana ait olmadığı için bir tek onu kesmemiştim. O da sokak resmi seviyesindeydi. İsime yaramazdı.

Cüneyt son kuruşuna kadar marangozdan kalaslar aldı. Resimleri bu kalaslarla çerçeveledik.

Gün gelmişti. 16 Nisan 1986. Sergi açılışım saat 7’de . Hilde’nin “İlham” adlı portresi ile sergi açıldı.

Karım çok uzun zamandır Türkiye’deydi ve sergi açılmadan bir ay önce dönmüştü fakat  ona herşeyi anlatmıştım. Hilde’yi terk etme olanağım yoktu. Beni 4 yıl yalnız bırakmıştı. “Artık beraber olamayız ama Norveç’e gelmek istiyorsan buyur gel” dedim. O kuzenimin yanında çalışmaya başlamıştı ve Norveç’teydi. Anlayışla karşıladı. Aradan çok şey geçmişti beraber olabilmek için. Hilde’yi seviyordum da…

Ama Hilde terk etmişti beni…

Açılışa benimle beraber karım geldi.

O atölyede sergiden 22 gün önce resimlerin paramparça olduğunu gören birisinin hiçbir umudu kalmaz.

 

Sergi açıldı.  Korkunç bir yağmur yağıyordu. Sırılsıklam içeri girdik. Islanmış kedi yavrusu gibi… Bütün resimlerin üzerinde kırmızı damga vardı. Anlamamıştım manasını. Resimlerin sokakta sattığım fiyatlardan biraz daha pahalı olduğunu gördüm. Sokakta 20 kron istediğim galeride 50 – 60 krondu. Hemen galerinin sahibini buldum. Boynuma sarılmaya kalktı. İtekledim. Nihayet sokak serserisiyim. “50 kronun yarısını sen alacaksın, malzememi bile karşılamaz bu para; bu ne saçmalık! İndirin bütün resimleri aşağı” dedim.

Adam ağzını açamıyor. Açtığı an bağırıyorum.

Araya Büyükelçilik girdi. Konsolosun adını hatırlıyorum Gürcan Türkoğlu.

Eserciğim dediler nihayet. 50 kron gördüğün 50.000 dediler. Üstelik bütün resimler satılmıştı. Yani ben zengin olmuştum. İlk sergimde hem de! İnanamadım. Ülkenin en şapşal görünen suratı bendeydi o an. Kendime gelemiyordum, anlam veremiyordum olanlara.

 Galtung’a biraz daha saldırdım ama tesirsizdi artık terbiyesizliğim.

İyi o zaman verin paramı dedim. Anlatmakta güçlük çekiyorlardı. Sergi kapanacak. 15 gün sonra ödenecek dediler.

“Yani ben milyoner olarak mı açlıktan öleceğim” dedim. Takatimin tamamını kullanmıştım. Yürüyerek eve gittim. Bir liste hazırladım. Bana yardım eden herkesin listesiydi. Herkese borcumu ödedim. Borcum yoktu. Birinin evinde 15 gün kalmışım. Borcum ne kadar dedim. Kimse canın sağ olsun demedi listemde. Herkes yüklü para istiyordu. Hacı bir hamburger almıştı. Örneğin o 5000 kron istedi. Hamburger 15 krondu. Aslında hamburgerin parasını Pakistanlı almamış. Ben bu çocuktan para alamam demiş. Ama Hacı “hayır ödemiştim” diyordu. Ben olmasaydım açlıktan ölecektin diyordu. Evinde 15 gün kaldığım delikanlı gemici de  7000 istedi. Halbuki ben onun iş yerinde 15 gün gece gündüz çalışmıştım.

Japon arkadaşım Toki tam verdiği kadar istedi. O benim evimde Trømso’da 4 arkadaşı ile 15 gün kalmıştı. Bana o zaman aldığı armudun parasını abartmadan istemişti. Teşekkür ettim, ödedim.

Hilde’yi buldum. Ona 20 000 borcum vardı. “Hala inanamıyorum o bataklıktan nasıl çıktın Eser” dedi. Duygusal bir şey olmasın diye ona menajerimle gitmiştim. Ödemeyi yaptım. El sıkıştık.

O gece beni kiliseden kovan papaz geldi. Beni affet dedi. İçeri aldım. Boynumda altın haç duruyordu hala. Önüne bir kağıt ve kalem koydum. Buraya yaptığını yaz dedim. Sokakta açlıktan ölmek üzere olan birini nasıl kovduğunu yaz dedim. Sana söz veriyorum imzaladığın an affedeceğim ve kağıdı yakacağım dedim. Ağlamaya başladı. “Bunu yapamam” dedi. Ben de ona  “Bana ikinci defa güvenmiyorsun. Seni affetmiyorum” dedim. Boynumdaki haçı kopardım attım. “Benim dinim kendi vicdanımdır” dedim.

İNSAN OLMANIN FATURASI ÇOK AĞIRDIR. HER GÖRDÜĞÜNÜZ İNSAN DEĞİLDİR. BUNUN ÖNEMİ DE O KADAR YOKTUR ASLINDA. ÇÜNKÜ İNSAN OLMADIKLARINI ZATEN BİLMİYORLAR.

KALBİNİZİ HERKESE AÇIN KENDİNİZİ KORUMAYIN. İÇERİ HERKES GİRSİN. HAYAT KALBİNİZE GİRENLERİN İÇİNDEKİ İNSANI BULMA SANATIDIR. KENDİNİZİ KORURSANIZ O İNSANLA ASLA BULUŞAMAZSINIZ: HAYATINIZ BOYUNCA SADECE BİR VEYA İKİ “İNSAN”A RASTLAYACAKSINIZ… VE İNANIN Kİ BUNA DEĞERDİR ONLAR.

O İNSANLAR HAYATIN KALBİDİR. ONLAR OLMADAN SİZ MASKELİ BİLE OLAMAZSINIZ. MASKELERİNİZİN GEÇERLİLİĞİ BİLE ONLAR SAYESİNDEDİR.

İNANIN BU MASKELERLE DE ÇOK KOMİK OLUYORSUNUZ.

AŞK VE GÖLGE

Open Diary

Sene 2007 Kanada da atolyemdeyim . Karim geldi ziyaretime . Benim atolyem evin bodrum katindaydi fakat ev tepede de oldugu icin atolyem direk denize aciliyordu . 1000Island denilen bir yarim adada oturuyorduk .
Hayret etmistim bu ziyaretye cunku asla atolyeme ne kadar israr etsem gelmezdi . Atolyede bir bar seklide kafeteria yapmistim . Ona girdi orayi biraz duzenledi ve kendine ve bana kahve yapti . aradan 2 dakika gecmisti hala kavga etmiyorduk . Bu bizim icin cok uzun bir zamandi . Gayet sakin yanima oturdu . Inanilacak gibi degildi . Kavga yok . Neyin kavgasi diye sormadim cunku bir kelime yeterdi hatta kelimeye bile gerek yokdu bunun icin .

Hatta kavga etmek icin kavgaya bile gerek yokdu . Acele bir seyin yerini degistirebilirdi .

Butun gun yanimda oturdu . Cok sakindi .

Ertesi gun ayni sekilde . Atolyeme geldi ve sakin sakin oturdu . Saskinlik icindeydim . Ne desem sakin sakin cevap veriyordu .
O gun ona bir mektup yazdim . Yani yukariya . Yukarda ev Asagida atolye .

HAYATIMIN EN GUZEL IKI GUNUYDU

Ertesi gun tekrar geldi . Ayrilmak istediklerine karar verdiklerini soyledi . Kim kim karar verdi dedim . Toplantida boyle bir karar verilmis . Ne toplantisi ?. Kim karar veriyor dedim ?.

Baban teyzen ve Allah dedi . Babam olmustu . Teyzem de oyle . Gerci Allah da cok hastaymis . Hayatin dan da bikmis . Benzi yemyesilmis .
Ruhlarla toplanti karari alinmis . Ve bu karada ben gitmeliymisim .

Sorunlari oldugu belli idi .- Arkadasi ile konustum . ama cok sakindi . Cok iyi idi bana karsi dedim . Aldigi haplari gormus olsaydin neden sakin oldugunu anlardin dedi . Iki mutlu gunumde uyusmus demekki .

Tamam dedim karima . Ne yapmamiz gerekiyor . ayrilacagiz sen gideceksin dedi . Avukat tut dedi

Ertesi gun . Bu ev bana cok buyuk satmamiz lazim dedi . Tamam dedim .
Sen burda olmadigin zaman devamli benden senin imzani isterler dedi . Bu yuzden vekaleti bana ver dedi . 4 sahit geldi . Vekaleti verdim . Avukatim sacmala Eser herseyini kaybedersin dedi . Zaten herseyi onun icin yapmistim dedim . Imzaladim . Ertesi gun cocuklari bir yere goturecegim zaman iznin gerekli . Cocuklari bana ver dedi . Cocuklar in zaten annesisin . dedim . Imzaladim . O pisikolojik tedavi gorecekdi . Ben de 2 haftaligina Turkiyede Dolmasaray da bir Sergiye davetliydim . 3 resimle bu sergiye katilmak icin Turkiyeye gitmeye karar verdim .

2007 aralik ayinda Turkiyeye bilet aldim . Fakat ayni evde 6 ay onu gormeyi sesini duymayi ruhlar yasaklamis . 6 ay ayni evde goremedim . Ismini anmam da yasaklanmis . Mektuplar yukaridan asagiya isimsiz gidiyordu .
Yukarida ciglik sesleri hic kesilmiyordu. Cocuklar korkuyordu .

Kabus gib bir 6 ay . Zaman geldi . Evden ayrilma gunum .

Arkadasi Dave beni hava alanina surecekdi.. Yukari cikdim . Kimse yok evde . Bu imkansizdi cocuklarla vedalasmam gerekiyordu . Evin her tarafini aradim . Evde kimse yokdu . Dave dedi . Zaman kalmadi cikmamiz lazim . Bu imkansizdi cocuklarla vedalasmam lazimdi . Son aylarda yaptigim resme bakdim . Onu gordugum son hali . ASK VE Golge adli resim . O askdi ben ise golge . Bakdim ve cikdim . Adadan tam ana yola cikarken arkadan bir cocuk cigligi duydum . Babaaaaaaaaa. Bu oglumun sesi idi . Arkadamn kosuyordu . Dave dedim . Durdur arabayi . Emil arkadan kosuyor . Imkansiz Eser dedi Sen de karin gibi hayal goruyorsun . Evde kimse yokdu dedi .
Surdu arabayi . Ve o gun Ben Turkiyedeydim .

Jale Dogramaci ve yilmaz ailesi karsiladi ve ben onlarin zaten misafiri olarak Turkiyeye gitmistim . Ayagimda terlik . Terligim de tam onlarin onude alisik olmadigi yolculukda patladi . Bir ayagim parmaklari disarida garip bir ceset inmisti Istanbula .

Verdikleri yere yerlestim . 2 hafta sonra donecekdim . Mektuplari acdim .
Mesaj vardi karimdan . Cocuklara veda etmeden gittigini hayatlari boyunca unutmiyacaklar . Bu onlarin icinde omur boyu bir aci kalacak .

Iyi de ben 15 gun sonra donuyorum . Donecegimi saniyordum . 7 sene onlari goremedim .Herseyime el konulmustu Kanada hukumeti tarafindan . Hesaplarim kapatilmisti . Ortada kaldim . Gozlerim karardi . Gideceksin dedigi gun deki gibi . Bilmiyordum ic kanama gecirdigimi . Kor oluyordum . Bunu anlamasi cok uzun zaman aldi .

O zaman anladimki . Sanatcilar bir baskasinin resmini yapmaz . Yapilan her resim kendi potrendir . Ask ve golge deki kadin bendim .
Butun resimlerimde ben kendimi yapmistim . Yokdu boyle bir ask . Ben golge degildim . askin kendisi idim .
O resimdeki ciglik atan agliyanlar bendim .
Insanlar sadece kendini yasar . Cenazelerde agliyanlar bile kendilerine aglar . Seven kendini sever . Anneler cocuklarini kendi icin sever . Aksi takdirde cocukkarina nasil kiyarlar babalarini oldurmeye . Aksi takdirde nasil kiskanirlar sevdigi mutlu olacak diye .Insana verilen sadece bir emir vardir . GELISIN emridir . Gelismiyen insanlarin aski her zaman husrana ugriyacakdir . Cunku ask tabiata bulunmaz . Onu insan yaratir . Bunun icin de kisisel gelisim gereklidir . Gelismiyen insanda ki yaratilan askarin hepsi sapikdir gecicidir .

Askin tek caresi gelisimdir , Bir sanat eseri gibi onu yaratacaksiniz . O size aittir onu sizden kimse alamaz . O icinizdeki yaratiginiz insandir . Ne elin ogluna aittir nede kizina . Ask bir varolustur . Insan olmakdir . ASKIN GOLGESI ASLA OLMIYACAKDIR . O vicdaninizdir .

INTERVIEW

Open Diary

MODERN SİMYACI DEDiLER ADIMA. BİR AYAĞIMDA AVAREYİM

Nerede doğdunuz?  Eğitim süreciniz nerelerde geçti?

 

Tarsus’da doğdum.  Adana’da büyüdüm.  Eğitim sürecim Adana – Tarsus – İngiltere ve Norveç’de geçti.

 

Resmi neden seçtiniz?

 

Resmi ben seçmedim.  Aklımın ucundan bile geçmedi.  Norveç’de oturum almak için avukatımın bir lafına çok bozuldum.  İnat başladı.  Bana Norveç’de kalabilmek için ya iltica etmem ya da özel bir kişi olmam gerektiğini söyledi ve o gülüşü (alaylı gülüşü) hiç unutamıyorum.  İltica istemiyordum.  Önüme bir kağıt koydular, yok Türkiye’de işkence görmüşüm, yok şuymuş yok buymuş, bir sürü yalan.  Reddettim.  O zaman da, özel yetenek olmam gerektiğini söyledi.

Çocukken resim yapardım, dans ederdim, spor yapardım.  Durumuma en müsait resimdi.  Zaten gırgır bir dersti.  Kolay gibi gözüktü.  Ben ressamım dedim.  Bunu ispat etmem gerektiğini söyledi.  Bu da iş miydi?  Andy Warhol’un çorba kutusunu sıktığı tenekeyi ben de sıkabilirdim.  15 milyon dolara satılmıştı.  Bedri Baykam’ın gazeteleri kesip üstüne ‘Ben buradaydım’ yazısını ben de yazabilirdim.  Picasso’nun yuvarlaklarını hatta nokta virgüllerini yapmak işten bile değildi.

Ama yemediler.  Ortada bir gerçek vardı.  Kimsenin yapamayacağı bir şey yapmam gerektiğini söylediler.  Yani onların yaptığını herkes yapabiliyor mu, diye düşündüm tabii.  Hiç kimsenin yapamayacağı bir şey…  Ne olabilir? O zamanlar böyle bir resim gurubu yoktu.  Tarihte kalmıştı.  Ama benim başka çarem yoktu. Tarihimi geri istiyordum.

Ben, klasik ressamım dedim.  Bak o olur dedi ve ben başladım.  Bir hikaye vardır, çocuğun biri bağırmış ‘Kral çıplak!’ diye.  İşte o gün o çocuk doğdu.  O çocuk benim.  Şimdi büyüdüm.  Kral hala çıplak.  Ama ben artık çocuk değilim.

 

 

Sizi yurtdışına götüren ve orada yaşamaya iten neydi?

 

O zamanlar Türkiye çok karışıktı.  Anarşi bütün sokaklardaydı.  Bilhassa üniversitelerde.  Fakat benim nedenim bu değildi.  Sokaklardaki korna sesine dayanamıyordum.  Trafikte korna çalmayan bir ülkeye gitmek istedim.  Oraya gidince de haliyle orada yaşamak zorundaydım, değil mi?  Cevabım ‘Korna’.  Biiip biiip!  Bir de her türlü sesi çıkarıyorlardı o zaman; inek sesi, eşek sesi, bülbül sesi!!!

 

Peki, niye Norveç?

 

İlk defa Norveç değildi. İngiltere’ye gittim.  Orada Kolej’de iki A level ders aldım.  Oradan da üniversiteye başladım.  Ufak ufak resme başlamıştım, hobi olarak.

Birgün kahvede otururken, yandaki camekanda Norveç’e bilet şu fiyata diye yazıyordu.  Yanımdaki arkadaşa, ‘Bana bu bileti al, sana hükümetin vermiş olduğu yıllık çeki ve bütün her şeyimi veririm.’ dedim.  ‘Manyak olma!’ dedi.  Sadece gitmek istiyordum.  Üniversitede sadece oyalanıyordum.  Yapmak istediğim o değildi. Kimsenin bilmediği bir yere gitmek istedim. İstediğim şeyi yapabilirdim orada.  İngiltere’de kalabilmek için sınıf geçmek gerekiyordu.

O gece Noveç’e gittim.  Bir kaç kitap ve ben…  Beş kuruşum yoktu.  Polise sığındım ilk gece, çok soğuktu.  Kardeşimin evi müsait değildi, orada kalamadım.  Karısı çok cadı idi.  Beni ucuz bir otele yerleştirdiler.  Ondan sonra da üniversiteye tekrar yazdırdılar.  Bu değildi ki benim amacım!  Resim yapmak istiyordum.  Önce oku dedi, Pazar günleri yaparsın.  Anlaşıldı, tekrar oyalanacaktım.  Artistlik yapmana gerek yok, dedi.  Üniversiteye başladım orda.  Demek ki, aklımın ucunda hep varmış.  Cesaret edemiyormuşum.  Gazetelerde okuduğum sanatçılardan biri olmak istemediğimden herhalde, boş tual yapmak istemiyordum.  O kadar özel olmak istemiyordum.  İnandığım şeyi tutmak isterim ben; elimle, gözümle, ruhumla.  Her şeyimle.. Evet, artık Norveç’deydim ve bir aralık kapı arıyordum.  Ama nasıl?

 

Uzun bir süre Norveç’te kaldıktan sonra, Kanada’ya yerleştiniz, bunun sebebi neydi?

 

Norveç’te 25 sene kadar kaldım.  İlk 7 senesi tekrar oyalandım.  Birgün elim kırıldı.  Alçıya delik açtım, fırçayı içine soktum ve resim yapmaya başladım.  Üniversiteden izinliydim.

Çiçek, böcek her şeyi yapıyordum.  Fırçanın ucu yumuşak olduğu için elime basınç yapmadığından ağrısına dayanabiliyordum.

Bir sergi açtım Vegeterian lokantasında.  Aynı gün üniversitede bir resim asılmıştı, Andreas Baader’in öldürülüşü.

Üniversitede büyük olay olmuştu.  Hocalarımız resmin anarşi yaratacağını söylüyor, duvardan indirilmesini istiyor, talebeler de itiraz ediyordu.

Ben ise hiç biriyle ilgilenmiyordum.  Nasıl yapabilmişti bu ‘dizi’, bu ‘elleri’?  Çıldıracaktım!  Her gün merdivenin başına oturup düşündüm.  Kararımı verdim.  Özel yetenek buydu!  İşte buna verebilirdim hayatımı.  Boş tualler ve yırtık gazete küpürleri ve üzerine sprey, benim değersiz hayatım kadar değerli değilmiş demek ki benim için.  Boşluk dolmuştu.  Kral çırılçıplaktı artık.  Sanat kritikçileri de sadece kralın palyaçolarıydı benim için artık.  Kral kandırılmıştı.  Onu uyarmam gerekiyordu.

25 yıllık bir Norveç sürecini böyle yaşadım.  Kralın gözüne soka soka!

Kanada’ya gitmemin nedeni de basit.  Norveç’de devlet ırkçı idi.  Halk değil. Norveç halkı beni çok seviyordu.  Fakat devlet devamlı köstekliyordu.

Kraliçe’ye dev bir sergi açtım.  Prenses’in doğum günü için benden istediler.  Onlarca kral ve kraliçe geldi.  Ertesi gün tek bir gazeteci bile adımı yazmamıştı.  25 tane Norveçli ressamın adı vardı gazetelerde.  Halbuki o benim solo sergimdi.

CNN TV’de de başıma aynı iş geldi.  CNN beni seçmişti, 2000 yılının sanat ‘interview’ı için.  Ama devlet, Norveç’i temsil edemez diye durdurdu programı.  Bunun gibi yüzlerce aşağılık işleri vardır.  Norveç’de sadece halk destekliyordu.  Satıyor, satıyordum…  Ama o kadar.

‘International’ kariyer yapabileceğim her şeyde son anda durduruyorlardı.

Bir müze sergisinin son bir saatinda, mesela, son anda durduruyorlardı ve bizim devletimiz yanımızda yoktu.  Sergiden sergiye gül gönderiyorlardı sadece…

Kanada’yı da bir halt zannettim, geldim işte.  Fakat kariyerim bu kısa zamanda çok ilerledi diyebilirim.  Bunlar daha profesyonel rasist, çaktırmıyorlar.

 

Kanada’da neler yapıyorsunuz?

 

Bu da soru mu şimdi?  Ben resimden başka bir şey yapmam ki!  Parmağımı oynatmam başka bi şey için.  Saçma bir soru.

 

Bu süreçte hiç Türkiye’ye geldiniz mi?

 

Hayır, gelmedim.  Hep burada, aha bu odadaydım.  Annem öldü, babam öldü, ben buradaydım, resim yaptım.  Hiçbir yere gitmedim.

Her hafta aradım.   Onlar da beni sık sık ziyaret ettiler.  Ben, arada ot kesmeye çıkıyordum dışarı.

Türkiye’ye gelmeye yeltendim birkaç defa.  Birkaç Kültür Bakanı ısrar ettiler.  En son Suat Çağlayan’dı.  Ben tam hazırlanırken, ya hükümet düştü ya da istifa ettiler.  Bilemiyorum.  Ben sözümden hiç dönmedim.  Her zaman Türkiye’ye ‘Evet’ dedim.  Hatta bundan bir yıl önce, Türkiye’deki tanıdığım herkese mektup yazdım.  Türk tarihinin resmini yapabilirim.  Kurtuluş Savaşı, sözde Ermeni soykımının iç yüzü…  Tarihçilerle bir araya gelip, dünyanın en büyük resimli tarihini yapabilirdik.  10 yılımı buna verebilirim ve bütün talebelerim de ‘Evet’ dedi. Hepsi 10 yılını bana adıyorlar, dedim.  Gazetelere yazdım.  Her yere yazdım.  Kimseden cevap alamadım.  10 yıl sonra Türkiye’nin AB’ye girişine bundan daha güzel bir karşılama olamazdı diye düşünmüştüm.  Türk medyasının ilgisini, ona ihanet eden sanatçılar çekiyormuş demek ki!  Sadece Avrupa’nın ilgisini değil.  Onlarsız günümüz geçmiyor.  Aslında teklifim, dünyanın en muazzam sanat teklifi idi.  Hiç yapılmamıştı.  ‘Tek’ idi, olağanüstüydü.  Çok da şerefliydi.  Bunu benden başkası da yapamazdı.

Norveç’den sonra Türkiye’ye yerleşmeyi düşündünüz mü?

Ben Türkiye’den hiç ayrılmadım ki!  Hep Türkiye’de yaşadım.  O da bende!  Hayatımda bir kere olsun Avrupa’da ne TV seyrettim, ne haber. Sadece Türkiye!  Sadece Türk gazetesi okudum.  Başka bir şeyi hiç düşünmedim.

İncil’in güzel bir lafı vardır: “İnsan bir yabancı diyarda normal ziyaretin dışında uzun müddet kalırsa, ne yabancı diyarda mutlu olur, ne de tekrar vatanına döndüğünde..”  Benim başıma gelen de budur.  Artık mutlu olamayacağıma göre, bari işe yarasak diyorum.Mutlu veya mutsuz olmayı aşmıştım artık.

İsterseniz gelirim.

 

Norveç’te en çok kazanan ressam olarak değerlendiridiniz, bunun sebebi neydi?

 

Bunun sebebi tabii ki en çok kazanan ressam oluşumdur.  Galiba sorunuzda, neden en çok kazanan ressam olduğumu soruyorsunuz.

Bu çok doğaldı.  Benim sanat tarifimde çıplak kral yoktu.  Olduğu zaman da, kral çıplak olduğunu biliyordu.  Aşağılanmaya hedef olan halk, umudu bende gördü.  Boş tuali halka gösteriyorlar ve bunun için milyarlar harcıyorlardı, inandırıcı olsun diye.  Dev müzeler inşa ediyorlardı,  Joseg Boey’un çürük yumurtalarını koymak için!

Üniversitelerde binlerce Prof. yetiştirdiler.  Türkiye’nin en akıllı geçinen Sabancı ailesi bile büyük paralar harcayarak bir Picasso sergisi getirdi Türkiye’ye.  Bu adam tanrı mı ki, hiç hata yapmasın?  Bir tek kritikçi resimleri kritik etmedi.  Bütün gazeteler, Türkiye’nin artık dev bir kültür ülkesi olduğunu yazdı.  Ama o serginin içinden bir iki resmi, küçük çocuklar yapsaydı ve sergiye koysaydı, ne bizim kritikçiler ne de Sabancı ailesi bunu göremeyecekti.  Bütün Türkiye bu sergi ile aşağılandı.  Otobüslerle köylü çocukları getiriliyordu.  Siz göremezsiniz, sadece biz görürüz diyorlardı.  Çok acı idi…

 

Tanrı ressamı yarattı, ne yarattığını görmek için!

 

Türkiye’de, Picasso’nun ona bir şey verdiği tek kişi bulamazsınız.Ama konuştuğu zaman hiçbir şey anlamadığınız çok kişi bulabilirsiniz . O kişileri  “one minut” diyen birileri olmalıydı . Çünkü o anlaşılmayan cümleleri anlaşılır hale getirdiğiniz zaman, ya yeşil ya da mavi dediğini göreceksiniz .

Ben bunu yapmadım.  Kimseyi aşağılamadım.  Ben insanların bir parçasını yaptım.  Onu almak zorundaydılar.  Parçaları neye mâl olursa olsun, onu satamazlardı.  Bu yüzden aldılar.  Zaten bana ödediklerini benim yine onlara vereceğimi biliyorlardı.  O paralar tekrar resim oldu.  Ben hiç yaşamadım.  Yaşayan sanatçıyı sevmez sanatsever.  ‘Bestseller’ olmamın nedeni budur diye düşünüyorum.  Ben sendim.

 

Sizi diğer ressamlardan ayıran en önemli özellik nedir?

 

Sanat kişisel gelişmedir.Dün ile bugün arasındaki farktır.  Her sanatçı, her sanatçıdan zaten bu yüzden ayrılır.  Ben bir tarafa, onlar başka bir tarafa değil.  Herkes zaten kendi tarafında. Sanat benim.  Size sorarlarsa, siz de ‘sizsiniz’ deyin.

Sanatçının kişiliği yoktur.  Bu yüzden sanatçı olur.  Sanatçı doğulamaz.  Sanatçı olunur.  Artık kimse kimseyi kandırmasın laf salatası ile.

Sanatçı kendisini aramaz. Yapar!  İşidir bu onun.  Bir inşaat gibi teker teker tuğlaları dizer.  Yükselebildiği kadar.  Tabanı sağlamsa, sağlam bir zeminde gökdelen bile yapabilir.

Benim diğer sanatçılardan farkım; ben kişiliğin çoğul olduğuna inanırım.  Gelişirim, içime siz de girersiniz.  Gelişirim, birgün bütün bir mahalle ve bütün bir ülke, hatta dünya girebilir.  İçimde milyonlarca kişi.

30 yıl evli bir kadına beni sorarlarsa, nasıl bir adam diye, bir bakar ve fikir sahibidir, şöyle böyle birine benziyor der.  Ama günde 50 erkek değiştiren bir genelev kadını beni tanımaz.  Erkeklerin hepsi aynı der.

Çok kişi tanımakla çok kişi olmaz içinizde.  Bir kişiyi iyi tanırsanız, çok insan tanırsınız.  Ben kendimi inşa ederek sizi tanıyorum.  O kişi benim.  Siz ile hiç işim olmaz benim.  Ama benim içimde mutlaka bir yerdesinizdir.

Diğer sanatçılar tam tersine, kişiliklerini minorize ederler.  Gittikçe daraltırlar dünyalarını.  Büyük filozofların laflarının arkasına küçük işleri ile saklanırlar.  Onlar inanmaz artık o çocuğun büyüdüğüne.  Bana göre çoğu sahtekardır.  Ama devletin onları desteklemekteki amacı o değildir.  1945’lerden sonra dinler zayıfladı.  Batı Almanlar yeni bir din aradılar. Ülkeleri için canını verecek kurban lazımdı.  Bush’un, Tansu Hanımın, şunun bunun emri ile asker canını vermez. Ona inanç gereklidir.  Ülkelerini ancak böyle koruyabilirler.

Boş tuale bakıp da ‘Ben anlamıyorum.’ demekle, kutsal kitaba bakarak ‘Hocam nedir fetvanız bu konuda?’ demek arasında bir fark olmadığını anladı Almanlar.

Boş resme bakacaksın ve soracaksın:  Hocam ne görüyorsun?

Sen göremezsin zira.  Bu boş tualler basit olaylar değillerdir.  Masum da değiller.  Onlar ona bakanı kurban ederler.  Yeter ki kurban ben anlamıyorum desin.  O zaman o anladığı hocayı içinde büyütecektir.

Ben bunu yapamam.  Ben onu bakanı büyütmek için yaparım, küçültmek için değil.

Halk gelişmeli, büyümeli ki; içimdeki kalabalık, boş kalabalık olmasın.  Kimseye kurban olmasın.  Ne çoban olsun ne koyun.  İnsan olsun.  Benim farkım bu.

 

Türkiye’deki koleksiyonerlerde resimleriniz bulunuyor mu?

 

Evet.  Sezai Özgören’de var ‘The Day and the Night’ (Gece ve Gündüz) adlı bir resim, ayrıca Demet Sabancı ‘Lien’, Gürcan Türkoğlu’nda ‘Self Portrait’ (Özlem),
Dinç Bilgin’de ‘Love and Shadow’ var.Bedri Baykam Koleksiyonunda da  ‘Rising Up’ ve ‘Çığlık’ var .Diğerlerinin isimlerini hatırlamıyorum .

 

Türkiye’de resimlerinizden çok ‘süryani’ tartışmasıyla gündeme geldiğinizi nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Türkiye’de süryani tartışması içinde bir defa oldum.  Özdemir İnce’nin bir köşe yazısında.  Ona bir mektup gönderdim, son zamanlarda Süryaniler de, Ermeniler gibi 1.5 milyon Süryani’ye soykırım yapıldığını iddia ediyorlardı.

Ben de, ‘Dedemin kardeşi Mardin Manastırı’nda papazdı, onlar duymamışlar da, 100 sene sonra Amerika’daki tuzu kurular mı duymuş?’ diye bir fikir beyan ettim.

Türkiye’nin kültüründe soykırım olsaydı bunu en önce biz hissederdik.

Ayrıca, ‘Ben Süryaniyim, ben Kürtüm’ gibi konuşmalara karşıyım.  Bunun kimseye faydası yoktur.  Ben nasıl Süryani olacağım?  Süryani olayı bir din olarak mı algılanıyor, yoksa bir millet mi?  Bir devlet mi?

Benim milletim belli, Türk.  Devletim de belli, Türkiye.  Allah’a saygılıyımdır.  Herkesin de saygı duymasını isterim.  Onun yarattığı her şeye saygılıyımdır.  Denizde yürümem, yüzerim veya balık tutarım.  Kanatlı meleklere, şeytanlara inanmam.  Kuşlara inanırım, Allah’ın yarattığı her şeye ve kanunlarına saygılı bir Türk vatandaşıyım ben.

 

Kendinizi nasıl bir ressam olarak tanımlıyorsunuz?

 

Dün için bilge, yarın için cahil!  Öyle bir ressamımki, Tanrı’nın bir damla sevinç gözyaşıyımdır.  İki yüzlüler bu yaşla yıkanmalıdır.

Korunan kültürler geri kalır.  Değişen kültürler yok olur.  Ben devrim değil, gelişimden yanayımdır. Kültürler yıkılıp yeniden yapılmamalıdır, sadece gelişmelidir.

Böyle bir ressamım işte.  Bir daha sizi gördüğüm zaman daha mutlu olmanızı görmek isterim.  Resim bahanedir.  Ressam insanı dayatmasız arayan insandır.  Dayatılan kişiliği ile ancak yer, içer.  Resimlerinde millet, aile, vatan yoktur.  Ressam insanı arar.  Resmi çerçevesine koyduğu an temsil ettiği kültüre sunar.  Adına sergi diyorlar.  İnsanlar orda kendilerini görebilen ışığı yakalarlar.  Ressamın mutlu olması için bir sebep vardır.  Ama sadece bir an..  Onun işi, hemen bir sonraki sergisinde onu inkar etmek olacaktır.  Gelişim böyle olur.

Beynelmilel bir değer olduğu için de, kültür değiş tokuşu yapılabilen tek meslektir.  Sanat, insan yolculuğunda bir umuttur.

Göçmenlik, kültür alışverişi değildir.  Onlar gelenekleri ile gider, gittikleri yeri de geriletirler, tekrar döndükleri yeri de…

Onlar kültür düşmanlarıdır.  Gelişmeyen kültür gelenektir.  İnsanın baş düşmanıdır.  Yıkmayacaksın, geliştireceksin.  Varlığımın nedeni budur.  Resim bahanedir.  Gelişmeyi sembolize eder.  Bir milletin bayrağı gibidir.  Milletleri bayrağı nasıl temsil ediyorsa, ressamın resmi de onun o periyottaki gelişimini temsil eder.  Ressam tanınmadan resmi kritik etmek, sirkteki palyaçolara veya tarihin papağanlığına soyunmak demektir. Benim için kritik diye bir şey yoktur.  Bana soracak benim resmimi, ben anlatacağım.  O da bunu daha basit bir lisanla halka anlatacak.  Ama bizim kritikçiler ne yapıyor?  Benim resmimi bana anlatıyorlar.  Ben bir şey anlamıyorum.  Böyle bir meslek grubu olamaz.

 

Türkiye’den ve dünyadan hangi ressamları beğenirsiniz?

 

Bu uğurda emek veren herkesi beğenirim.  Kötü ressam yoktur.  Hayatını bu çerçeveye paketleyip koyan insan değerlidir, aynı fikirde olmasak bile.

Bedri Baykam, örneğin, kıskanılacak kadar zekidir.  Kendisi resim olsaydı, o resmi yapmak isterdim.  Ama onun resmi olmak istemem.Bu yuzden o Bedri Baykam’dır, ben Eser Afacan.
Sanatın bütün tariflerine uyuyor.  Gelişiyor ve geliştiriyor.  Ama o gelişmeyi sembolize eden değer bana göre değil  . Bu yüzden ben onu kendime göre, o da kendine göre yorumlar.  Resim sanatı budur.  Sanatçılığına diyeceğim bir şey yok.  Gelişiyor çünkü.  Onu temsil eden resimler onun değerinde  olduğunu tarih gösterecektir . Ben onu  tam takdir ettiğim durumda  ben, ben olmam . O da ben.

 

İster Türk sanatçısı olsun, ister yabancı, bu değerlerle bakarım.

 

En beğendiğim sanatçı Bedri Baykam’dır, içerde de dışarda da.

 

Türkiye’deki resim ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Türkiye’de sanat ortamı dünyanın çok ilerisinde.  Dünyada bu iş çok kötü gidiyor.  Türkiye’nin tek sorunu hep Avrupalıyı bekliyor.  O ne yapacak da onu taklit edecek!  Kafada, hep bir halı yapar gibi ‘tekrar’ kültürü var.  Bu özgün sanatta da böyle.  Avrupa palavra mı attı, hemen bizde de aynı palavra!

Adam bardak kırıyor, bizimkisi şişe kırınca değişik olduğunu sanıyor.  Gelişim böyle olmaz.

Zaten Avrupalının da geliştiği yok bu şekilde.  Ama en azından bu işten, sanatçının umudunu kullandığı için para kazanıyor.  Yarışmalar düzenliyor.  Adam başına 25 Dolar vererek binlerce sanatçı katılıyor.  Yüz binlerce galeri para kazanıyor.  İyi bir ressam, fırça kontrolünü yirmi senede öğrenir.  Galeriler Avrupa’da bu sürümün peşindedir.  İyi ressam istemezler.  Onların müşterisi umut yolcularıdır.

İyi de, Türkiye’ye ne oluyor?  Tam fırsattı aslında, Avrupa’nın içine düştüğü çukurdan çıkana kadar Türkiye kültür devrimi yapabilirdi.

Ya el işiyle uğraşıyor, adına sanat diyor, ya da şarkıcılara sanatçı diyor.  Sanat çevresi sanki Pavyon kabadayılığının bir değişik yüzü.  Bireysel sanatçıların sesi soluğu çıkmıyor.  Elleri kolları bağlı.  600 sene önce yapılan devri yakalamaktan çok uzağız.

 

Yurt dışında Türk resim sanatı nasıl görülüyor?

 

Yurt dışında Türk sanatı diye bir sanat yoktur.  Sanatın milleti olmaz.  Sanatçının milleti olur, sanatının değil.  Dolayısıyla Türk resim sanatı yoktur.

Türk sanatçılarına gelince, hiç duymadım isimlerini.  Gerçi ben pek ilgilenmiyorum, kim ne yapmış!  Sorduğunuza göre siz de bilmiyorsunuz.  İskandinavya’da adlarını hiç duymadım.  Amerika’da bir iki tane varmış.  İtalya’da hiç duymadım.  Var bir iki, ama başa çeken hiç yok.

Fransa’da biri vardı.  Onu da ne kadar tutabilirsiniz bilemiyorum, zira ayda 10,000 tane sade New York’a yeni taşınan böyle sanatçı var.  İşiniz zor.

 

Önümüzdeki zaman diliminde Türkiye’de gerçekleştirmeyi düşündüğünüz bir proje var mı?

 

Sadece Erenusla 2 karma sergi, Beylerbeyi, Dolmabahçe ve Tophane-i Amire’de kişisel sergim olacak.

Ve sergi açıldı .

Korkunç bir kalabalık .

Ve ben açılışta kaçıyorum . Sahilde bir kahvede çayımı içiyorum . Bir yolunu bulup yalnız kalmıştım .

Türkiye’de sergimi møsyoler işgal etmisti . Türkiye’nin önemli sanat danışmanlarının sorularından çok sıkılmıştım .

Portakal Muzayede : Resimlerinizdeki tiplemeler Türk tipi değil .
Anne ve çocuk Rafael’den Araklanmis. (Kendi kızım ve annesi idi.) Ve dünyada bir annenin çocuğuna sarılmadığı tek anne bebek resmi idi . Avrupa’da 42 yıl  kalan bir sanatçıdan bıyıklı, fesli resim mi beklenmişti anlayamamıştım .

Bir gazeteci bayan mülakattan sonra,  “Siz çok özel birisiniz, sanırım sizi biz yok edeceğiz”  dedi . Anlam veremedim .

Kulağıma fısıldayan dostlar her şeyi biliyordu. Ben anlayamadim .

 

45 gazete ve  8 ulusal kanal   önem vermişti .  Modern Simyaci vatanına döndü diye . Bu fısıldamalara önem vermedim . Bu imkansızdı .

3 sene sonra Türkiye’den  ayrıldığım gün gözlerim görmüyordu.

Bataklığın tam ortasına düşmüştüm . Bataklıkta savaşamazdım . Geri döneceğim dedim. Ayrıldım.

Türkiye’de bir daha asla resim  satmama kararı aldım . Ama canımı vermeyeceğim kararı almadım . Geleceğim  her şeyimi vereceğim . Canımı da gözlerimi de birikimimi de . Ama resim asla .Çünkü  sanat kişisel gelişimdir . Dün ile bugün arasındaki gelişim farkını temsil eder . Kişiliğin bayrağıdır . Insanlığı temsil eder . Bayrak yere asla değmez . Kirlenmez . Can verilir, bayrak yere deymez .

Iyi de ben hatayı nerede yapmıştım? Bu hatayı da tekrarlamaya kararlıydım. Başka  çarem yoktu .

Sanatçı namzetlerinin iki ayağı olmalıdır . Birisi  onlara verilen kimlik, bir diğeri de kendisinin geliştirmiş  olduğu kimliktir. Verilen kimlik vatan, millet, gelenek, görenekler ve  ülkenin değerleri, inançlarıdır. Diğeri ise kendi yapmış olduğu sanatçı ayağıdır. O hürce  adımlarını atmalıdır. Her ikisi de bir gövdeye bağlıdır. Hür sanatçı ayağının gidebileceği yer, ne kadar hür olursa olsun diğerinin çok uzağına gidemez. Her ikiside verilen kimlik ile hareket ederse   gidebileceği yer  geleneklere bağlı folklörü geçemez. Kendisine kimlik kazanamaz. Her ikiside hür olan ayaklar ise  ayağı yerden kesilir, baş üstüne düşer. Benim hatam burada idi. Ve vatanımda baş aşağı düşmüştüm . Ve bu hatayı yapmaya devam edeceğim . Ama talebelerime öğreteceğim şey; bir ayağını yere sağlam basmasıdır . Baş aşağı düşmeye geliyorum .

Herkes sanatçı olmak zorundadır. Sanatçı doğulur lafı yalandır. Sanatçı olunur. Insanlığa, tabiatın en büyük emridir  gelişim. Insan olmanın en büyük şartıdır. Resim, heykel bahanedir . Her şey gelişim içindir. Bir garson olabilirsiniz, muhasebeci veya marangoz . Her şeyde gelişmeniz gerekir. Sanat budur . Gelişimdir . Sanatçı doğulur sözü ile insan kıyımı yapılmıştır. Her şey gelişim içinde olmalıdır.

SANATÇI DOĞULUR SÖZÜ SANATI DA INSANI DA YOK EDER. INSANLIĞA YAPILAN EN BÜYÜK SOYKIRIMDIR. INANÇLAR DA BU ŞEKİLDE YOBAZLAŞTIRILMIŞTIR. INSAN DA.

PS: Bu mülakat sol ayağımın sağ ayağımla yaptığı mülakattır. Bana verdiğiniz kimlik kendi yapmış olduğum kimliği sorgulamasıdır.

Get in touch

Eser Afacan • Turkey

Follow me
Facebook
Instagram
Twitter
Youtube
LinkedIn
 

2022 COPYRIGHT @ ESER AFACAN –  ALL RIGHTS RESERVED – HuBBeZ