Sene 1983 Noel Bayraminda Nedrum Atolyesinde
Nerdrum’un atölyesinde gece gündüz çalışıyordum. Hocama yük olmamak için geçimimi kardeşimin sağladığını söylemiştim. Atölyenin anahtarını bana vermişti. Sabahları ben açıyordum. Akşamları ben kapatıyordum. Ama her aksam nerede kalırım bilmiyordum. Bazen tren istasyonlarında bazen sokaklarda…
Cüneyt’in Oslo’da olduğunu öğrendim. Sokakta satış yapıyordu. Beni görünce sevindi. Abicim, ben Grunner Lokke’de abinle beraber bir ev tuttum, bizde kalabilirsin dedi. Yalnız abin istemeyebilir, beni ziyaret ediyor gibi yap dedi.
Ben her aksam Cüneyt’i görmeye gidiyor gibi orada 15 gün kadar kaldım. Geceleri de resim yaptığım için orada yayılmaya başladım. Abim Sembol “Bu ne ya! Her yer resim doldu, pılını pırtını topla git” dedi. Cüneyt itiraz edince onu da kovdu. Zaten evi kumarhaneye çevirmişti. Cüneyt de çıktı evden başka bir ev tuttu. Ben Cüneyt’te kalmaya başladım. O zaman Cüneyt’in resmini de yaptım.
Ne yaptıysam vazgeçiremediğim Cüneyt’i uyuşturucudan. Çatımız çatırdıyordu tekrar. Ailesi geldi ve Cüneyt’i Türkiye’ye götürdü. Yıllar sonra onu 2. İstanbul Bienali’nde gördüğüm zaman bir halı mağazasında çalışıyordu. Toparlanmıştı. Orada bana enteresan bir şey söyledi. “Abi sen Trømso’dan Oslo’ya benim pasaportumla giderken seni 6 aylık vize karşılığı Ferda ihbar etmiş.” Polise demiş ki gençlere uyuşturucu satıyor. Ben hayatımda hiç uyuşturucu görmemiştim bile!
Ferda beni en çok sevendi ve giderken boynuma sarılıp ağlamıştı, abime bunu nasıl yaparlar diye. Ben de neyim var neyim yok; resimlerimi ve kitaplarımı ona vermiştim. Vay Ferda vay! Kendine nasıl da yazık etmişsin!
Ve ben tekrar sokaktaydım Cüneyt gittikten sonra. Ama mevsim yazdı o kadar da kötü bir zaman değildi. Yazın Norveç’te kafeteryaların bahçeleri olur. İnsanlar dışarıda oturur. Yuvarlak masaları olan bir kahvenin önünden geçiyordum. Bir kız bira içiyordu. Yaklaştım yanına, “O masadaki naylon örtüyü bana ver” dedim. “Deli misin ya? Ne yapacaksın?” dedi. “Çığlık” dedim.
Masasına gittim. Korktu kenara çekildi. Masanın üzerinde ki beyaz örtüye kömürle Çığlık resmini yaptım. Bu benim kendi çığlığımdı.
“Adım Sofia, seni arkadaşlarımla tanıştırmak isterim” dedi. Beni aldı bir film stüdyosuna götürdü. Morten Scalarud isminde bir rejisör orada “La Elve Leve” ( Nehirler Yaşasın ) adlı politik film yapıyordu. Samiler’in Norveç’e karşı bir özgürlük mücadelesiydi film. “Bu stüdyoda kalabilirsin” dedi.
Ama atölyeye çok uzaktı. Otobüse binmem gerekiyordu her gün. “Bir otobüs bileti alır mısın bana” dedim. “Tabii” dedi. Ben her gün aynı biletin tarihini fırçayla değiştirerek kullandım. Kağıt eskidikçe başka birinin kullanılmış bileti benim için yeni biletti artık.
Bir prensibim vardı. Çatını kullanırım ama yemeğini bedava yemem. Aç kalıyordum. Sokakta bazen portre yapıp kazanıyordum ama atölyede olmak zorunda olduğum için her zaman başaramıyordum. Nerdrum şikayet etmeye başladı. Üç resminde beni yapıyordu ve ben çok zayıflamıştım. “Resmim bozuluyor, çok zayıfladın” dedi.
Daha fazla kalamazdım.
Atölyenin anahtarını teslim ettim Nerdrum’un şaşkın bakışlarıyla…ayrılmak istediğimi söyledim. Çatı tamam. Ama kimsenin benim karnımı karşılıksız doyurmasına izin vermiyordum. Bir şeyde teslim olmamalıydım. En zoru açlıktı. Onu korumalıydım.
Film Stüdyosunda Hilde Marie isimli bir kız… Oslo Sabotaj bölümünün şefi olan bu kız bana arkadaşlık teklif etti. Beraber ev tuttuk. O lokantada çalışıyor ve her gün bahşişlerinin yarısını bana veriyordu. İlk sergiden sonra ödeyecektim.
“Son Ziyaret” adlı bir resim yaptım. İdam edilecek bir gence annesi son ziyaretinde bulunuyor. Beni ve annemi yaptım. Resmin slaytını çekti Hilde.
O gün görevi lokantanın barındaydı. Barda, Lasse Kverneml adli bir ressamla sohbet ederken, Lasse’nin Norveç’in en pahalı ressamı olduğunu öğrenmiş. Benim erkek arkadaşım da ressam demiş. “Görebilir miyim resmini?” demiş. Çantasında bir slayt olduğunu ama bu şekilde görmenin zor olduğunu söylemiş. Lasse de ödünç almış slaytı; “Evde slayt makinesiyle bakar geri getiririm” demiş. Aradan 9 ay geçiyor.
Son 3 yılda 22 resmim olmuştu. Ama hiç bir galeri konuşmak bile istemiyordu benimle. İçeri bile almıyorlardı. Girerken kovuyorlardı. Hocamı bile kadınların atölyede taşladıkları oluyordu. Onu da bir sürü galeri kovabiliyordu. Klasik resmin düşman görüldüğü Picasso devrindeyiz. Boş çerçeveler, boş tuvallerin rağbette olduğu KAVRAMSAL dünyadayız. Bizim bir hükmümüz yoktu ve biz bir şeyi KAVRAYAMIYORDUK. Onlar da açtı biz de… ama onlara devlet yardım ediyordu sanatın içini boşaltmaları için. Çiçekçiye bile resim koyamıyorduk. Yok sayılıyorduk.
Halkın büyük saygısı vardı yaptığımıza. Ama Akademiler inatla “Kavramsal Sanat” diyordu. Biz bunu hiçbir zaman kavrayamadık. Devlet bütün desteğini istediklerine veriyordu. Hangi boş tuvalin daha değerli olduğunu ancak onlar görebiliyordu. Onlardan başkası bunu göremiyordu. Sanat pastasını istedikleri ile paylaşabiliyorlardı. Türkiye’de bugün olanı biz o zaman çok acı bir şekilde yaşıyorduk. Artık yaşam şansım kalmamıştı.
Hilde ise gitti. Benim artık ondan harçlık almam kabullenilemezdi. İntihar etmeye karar verdim.
22 resmimi kestim. Bir not yazıp Hilde’ye teşekkür edecektim. Kapı çalındı.
Lasse, Hilde ve Kont Galtung denilen bir adam girdi içeri.
Johan Galtung Norveç’in en ünlü galerisiydi. “50. doğum günümü seninle kutlamak isterim, kaç resmin var?” diye sordu.
“22 efendim” dedim. Hilde hemen atölyeye koştu resimlerimi göstermek için. İçeriden bir çığlık sesi duyuldu. Bütün resimlerim paramparçaydı. Orda kalmıştı. Dışarı çıkmadı.
“Doğum günüm üç hafta sonra. Hazır olabilir misin?” dedi. “Evet” dedim.
Gittiler.
Hilde’yı ailesi geldi ve götürdü. Artık umut bitmişti. Kiliseye gittim. “Ben Nerdrum’un baş asistanıyım. Bana 3 hafta bakın ömür boyu size resim yaparım, ” dedim. Papaz, baş Papazı aradı. “Buraya bir serseri geldi, Norveççe bilmiyor; ne yapalım” diye sordu. Pastör Kuvam Norveç’in en büyük papazıydı. “Kurtulun” diye cevap verdi. İnanmamışlardı bana… kapıyı gösterdiler.
Sokağa çıktım. Teyzemin oğlu ve kardeşim sokakta işportacılık yapıyordu. Teyzem de oğlunu ziyarete gelmiş yanında oturuyordu. Teyze dedim 8 günüm kaldı sergimin açılmasına…8 gün yemek yersem başarabilirim. “Oğlum sana bakmak bize değil kardeşine düşer” dedi .
“Cüneyt de yaz donemi için Norveç’e tekrar dönmüş. Ona rastladım. Durumu anlattım. Abicim 8 günün kalmış; sana yardım ederim, gece gündüz çalışırız” dedi.
22 Resmi 21 günde tekrar yaptım. Son 8 günü Cüneyt ile geçirdim.
Abicim dedi. Bu Galeri seni nasıl buldu…
Türk Büyük Elçisi galerinin önünden geçiyormuş. Galerideki bir yazıda Türk Halı koleksiyonu sergileneceğini okumuş. Galeriye girmiş. Türk Büyük Elçisi olduğunu ve ne gerekiyorsa Elçilik olarak yapabileceklerini söylemiş Galtung’a. O da çok mutlu olmuş. Açılış günü herkes oradayken halılar üzerine bir slayt gösterisi yapmış Elçilik. Bizim Lasse de elindeki “Son Ziyaret” resmini bu slaytların arasına koymuş. Birden bire canlı gibi olan bu sahnede herkes donmuş kalmış. Lasse de “O bir Türk sanatçısı ve Norveç’te yaşıyor “ demiş. Johan da “Hemen bu çocuğu bana bulun” demiş.
O gece bana geldiler. Ama aslında resmim yoktu. Sadece bir tek resmi kesmemiştim. Yalçın benden bir resim satın almıştı. Artık bana ait olmadığı için bir tek onu kesmemiştim. O da sokak resmi seviyesindeydi. İsime yaramazdı.
Cüneyt son kuruşuna kadar marangozdan kalaslar aldı. Resimleri bu kalaslarla çerçeveledik.
Gün gelmişti. 16 Nisan 1986. Sergi açılışım saat 7’de . Hilde’nin “İlham” adlı portresi ile sergi açıldı.
Karım çok uzun zamandır Türkiye’deydi ve sergi açılmadan bir ay önce dönmüştü fakat ona herşeyi anlatmıştım. Hilde’yi terk etme olanağım yoktu. Beni 4 yıl yalnız bırakmıştı. “Artık beraber olamayız ama Norveç’e gelmek istiyorsan buyur gel” dedim. O kuzenimin yanında çalışmaya başlamıştı ve Norveç’teydi. Anlayışla karşıladı. Aradan çok şey geçmişti beraber olabilmek için. Hilde’yi seviyordum da…
Ama Hilde terk etmişti beni…
Açılışa benimle beraber karım geldi.
O atölyede sergiden 22 gün önce resimlerin paramparça olduğunu gören birisinin hiçbir umudu kalmaz.
Sergi açıldı. Korkunç bir yağmur yağıyordu. Sırılsıklam içeri girdik. Islanmış kedi yavrusu gibi… Bütün resimlerin üzerinde kırmızı damga vardı. Anlamamıştım manasını. Resimlerin sokakta sattığım fiyatlardan biraz daha pahalı olduğunu gördüm. Sokakta 20 kron istediğim galeride 50 – 60 krondu. Hemen galerinin sahibini buldum. Boynuma sarılmaya kalktı. İtekledim. Nihayet sokak serserisiyim. “50 kronun yarısını sen alacaksın, malzememi bile karşılamaz bu para; bu ne saçmalık! İndirin bütün resimleri aşağı” dedim.
Adam ağzını açamıyor. Açtığı an bağırıyorum.
Araya Büyükelçilik girdi. Konsolosun adını hatırlıyorum Gürcan Türkoğlu.
Eserciğim dediler nihayet. 50 kron gördüğün 50.000 dediler. Üstelik bütün resimler satılmıştı. Yani ben zengin olmuştum. İlk sergimde hem de! İnanamadım. Ülkenin en şapşal görünen suratı bendeydi o an. Kendime gelemiyordum, anlam veremiyordum olanlara.
Galtung’a biraz daha saldırdım ama tesirsizdi artık terbiyesizliğim.
İyi o zaman verin paramı dedim. Anlatmakta güçlük çekiyorlardı. Sergi kapanacak. 15 gün sonra ödenecek dediler.
“Yani ben milyoner olarak mı açlıktan öleceğim” dedim. Takatimin tamamını kullanmıştım. Yürüyerek eve gittim. Bir liste hazırladım. Bana yardım eden herkesin listesiydi. Herkese borcumu ödedim. Borcum yoktu. Birinin evinde 15 gün kalmışım. Borcum ne kadar dedim. Kimse canın sağ olsun demedi listemde. Herkes yüklü para istiyordu. Hacı bir hamburger almıştı. Örneğin o 5000 kron istedi. Hamburger 15 krondu. Aslında hamburgerin parasını Pakistanlı almamış. Ben bu çocuktan para alamam demiş. Ama Hacı “hayır ödemiştim” diyordu. Ben olmasaydım açlıktan ölecektin diyordu. Evinde 15 gün kaldığım delikanlı gemici de 7000 istedi. Halbuki ben onun iş yerinde 15 gün gece gündüz çalışmıştım.
Japon arkadaşım Toki tam verdiği kadar istedi. O benim evimde Trømso’da 4 arkadaşı ile 15 gün kalmıştı. Bana o zaman aldığı armudun parasını abartmadan istemişti. Teşekkür ettim, ödedim.
Hilde’yi buldum. Ona 20 000 borcum vardı. “Hala inanamıyorum o bataklıktan nasıl çıktın Eser” dedi. Duygusal bir şey olmasın diye ona menajerimle gitmiştim. Ödemeyi yaptım. El sıkıştık.
O gece beni kiliseden kovan papaz geldi. Beni affet dedi. İçeri aldım. Boynumda altın haç duruyordu hala. Önüne bir kağıt ve kalem koydum. Buraya yaptığını yaz dedim. Sokakta açlıktan ölmek üzere olan birini nasıl kovduğunu yaz dedim. Sana söz veriyorum imzaladığın an affedeceğim ve kağıdı yakacağım dedim. Ağlamaya başladı. “Bunu yapamam” dedi. Ben de ona “Bana ikinci defa güvenmiyorsun. Seni affetmiyorum” dedim. Boynumdaki haçı kopardım attım. “Benim dinim kendi vicdanımdır” dedim.
İNSAN OLMANIN FATURASI ÇOK AĞIRDIR. HER GÖRDÜĞÜNÜZ İNSAN DEĞİLDİR. BUNUN ÖNEMİ DE O KADAR YOKTUR ASLINDA. ÇÜNKÜ İNSAN OLMADIKLARINI ZATEN BİLMİYORLAR.
KALBİNİZİ HERKESE AÇIN KENDİNİZİ KORUMAYIN. İÇERİ HERKES GİRSİN. HAYAT KALBİNİZE GİRENLERİN İÇİNDEKİ İNSANI BULMA SANATIDIR. KENDİNİZİ KORURSANIZ O İNSANLA ASLA BULUŞAMAZSINIZ: HAYATINIZ BOYUNCA SADECE BİR VEYA İKİ “İNSAN”A RASTLAYACAKSINIZ… VE İNANIN Kİ BUNA DEĞERDİR ONLAR.
O İNSANLAR HAYATIN KALBİDİR. ONLAR OLMADAN SİZ MASKELİ BİLE OLAMAZSINIZ. MASKELERİNİZİN GEÇERLİLİĞİ BİLE ONLAR SAYESİNDEDİR.
İNANIN BU MASKELERLE DE ÇOK KOMİK OLUYORSUNUZ.