MODERN SİMYACI DEDiLER ADIMA. BİR AYAĞIMDA AVAREYİM
Nerede doğdunuz? Eğitim süreciniz nerelerde geçti?
Tarsus’da doğdum. Adana’da büyüdüm. Eğitim sürecim Adana – Tarsus – İngiltere ve Norveç’de geçti.
Resmi neden seçtiniz?
Resmi ben seçmedim. Aklımın ucundan bile geçmedi. Norveç’de oturum almak için avukatımın bir lafına çok bozuldum. İnat başladı. Bana Norveç’de kalabilmek için ya iltica etmem ya da özel bir kişi olmam gerektiğini söyledi ve o gülüşü (alaylı gülüşü) hiç unutamıyorum. İltica istemiyordum. Önüme bir kağıt koydular, yok Türkiye’de işkence görmüşüm, yok şuymuş yok buymuş, bir sürü yalan. Reddettim. O zaman da, özel yetenek olmam gerektiğini söyledi.
Çocukken resim yapardım, dans ederdim, spor yapardım. Durumuma en müsait resimdi. Zaten gırgır bir dersti. Kolay gibi gözüktü. Ben ressamım dedim. Bunu ispat etmem gerektiğini söyledi. Bu da iş miydi? Andy Warhol’un çorba kutusunu sıktığı tenekeyi ben de sıkabilirdim. 15 milyon dolara satılmıştı. Bedri Baykam’ın gazeteleri kesip üstüne ‘Ben buradaydım’ yazısını ben de yazabilirdim. Picasso’nun yuvarlaklarını hatta nokta virgüllerini yapmak işten bile değildi.
Ama yemediler. Ortada bir gerçek vardı. Kimsenin yapamayacağı bir şey yapmam gerektiğini söylediler. Yani onların yaptığını herkes yapabiliyor mu, diye düşündüm tabii. Hiç kimsenin yapamayacağı bir şey… Ne olabilir? O zamanlar böyle bir resim gurubu yoktu. Tarihte kalmıştı. Ama benim başka çarem yoktu. Tarihimi geri istiyordum.
Ben, klasik ressamım dedim. Bak o olur dedi ve ben başladım. Bir hikaye vardır, çocuğun biri bağırmış ‘Kral çıplak!’ diye. İşte o gün o çocuk doğdu. O çocuk benim. Şimdi büyüdüm. Kral hala çıplak. Ama ben artık çocuk değilim.
Sizi yurtdışına götüren ve orada yaşamaya iten neydi?
O zamanlar Türkiye çok karışıktı. Anarşi bütün sokaklardaydı. Bilhassa üniversitelerde. Fakat benim nedenim bu değildi. Sokaklardaki korna sesine dayanamıyordum. Trafikte korna çalmayan bir ülkeye gitmek istedim. Oraya gidince de haliyle orada yaşamak zorundaydım, değil mi? Cevabım ‘Korna’. Biiip biiip! Bir de her türlü sesi çıkarıyorlardı o zaman; inek sesi, eşek sesi, bülbül sesi!!!
Peki, niye Norveç?
İlk defa Norveç değildi. İngiltere’ye gittim. Orada Kolej’de iki A level ders aldım. Oradan da üniversiteye başladım. Ufak ufak resme başlamıştım, hobi olarak.
Birgün kahvede otururken, yandaki camekanda Norveç’e bilet şu fiyata diye yazıyordu. Yanımdaki arkadaşa, ‘Bana bu bileti al, sana hükümetin vermiş olduğu yıllık çeki ve bütün her şeyimi veririm.’ dedim. ‘Manyak olma!’ dedi. Sadece gitmek istiyordum. Üniversitede sadece oyalanıyordum. Yapmak istediğim o değildi. Kimsenin bilmediği bir yere gitmek istedim. İstediğim şeyi yapabilirdim orada. İngiltere’de kalabilmek için sınıf geçmek gerekiyordu.
O gece Noveç’e gittim. Bir kaç kitap ve ben… Beş kuruşum yoktu. Polise sığındım ilk gece, çok soğuktu. Kardeşimin evi müsait değildi, orada kalamadım. Karısı çok cadı idi. Beni ucuz bir otele yerleştirdiler. Ondan sonra da üniversiteye tekrar yazdırdılar. Bu değildi ki benim amacım! Resim yapmak istiyordum. Önce oku dedi, Pazar günleri yaparsın. Anlaşıldı, tekrar oyalanacaktım. Artistlik yapmana gerek yok, dedi. Üniversiteye başladım orda. Demek ki, aklımın ucunda hep varmış. Cesaret edemiyormuşum. Gazetelerde okuduğum sanatçılardan biri olmak istemediğimden herhalde, boş tual yapmak istemiyordum. O kadar özel olmak istemiyordum. İnandığım şeyi tutmak isterim ben; elimle, gözümle, ruhumla. Her şeyimle.. Evet, artık Norveç’deydim ve bir aralık kapı arıyordum. Ama nasıl?
Uzun bir süre Norveç’te kaldıktan sonra, Kanada’ya yerleştiniz, bunun sebebi neydi?
Norveç’te 25 sene kadar kaldım. İlk 7 senesi tekrar oyalandım. Birgün elim kırıldı. Alçıya delik açtım, fırçayı içine soktum ve resim yapmaya başladım. Üniversiteden izinliydim.
Çiçek, böcek her şeyi yapıyordum. Fırçanın ucu yumuşak olduğu için elime basınç yapmadığından ağrısına dayanabiliyordum.
Bir sergi açtım Vegeterian lokantasında. Aynı gün üniversitede bir resim asılmıştı, Andreas Baader’in öldürülüşü.
Üniversitede büyük olay olmuştu. Hocalarımız resmin anarşi yaratacağını söylüyor, duvardan indirilmesini istiyor, talebeler de itiraz ediyordu.
Ben ise hiç biriyle ilgilenmiyordum. Nasıl yapabilmişti bu ‘dizi’, bu ‘elleri’? Çıldıracaktım! Her gün merdivenin başına oturup düşündüm. Kararımı verdim. Özel yetenek buydu! İşte buna verebilirdim hayatımı. Boş tualler ve yırtık gazete küpürleri ve üzerine sprey, benim değersiz hayatım kadar değerli değilmiş demek ki benim için. Boşluk dolmuştu. Kral çırılçıplaktı artık. Sanat kritikçileri de sadece kralın palyaçolarıydı benim için artık. Kral kandırılmıştı. Onu uyarmam gerekiyordu.
25 yıllık bir Norveç sürecini böyle yaşadım. Kralın gözüne soka soka!
Kanada’ya gitmemin nedeni de basit. Norveç’de devlet ırkçı idi. Halk değil. Norveç halkı beni çok seviyordu. Fakat devlet devamlı köstekliyordu.
Kraliçe’ye dev bir sergi açtım. Prenses’in doğum günü için benden istediler. Onlarca kral ve kraliçe geldi. Ertesi gün tek bir gazeteci bile adımı yazmamıştı. 25 tane Norveçli ressamın adı vardı gazetelerde. Halbuki o benim solo sergimdi.
CNN TV’de de başıma aynı iş geldi. CNN beni seçmişti, 2000 yılının sanat ‘interview’ı için. Ama devlet, Norveç’i temsil edemez diye durdurdu programı. Bunun gibi yüzlerce aşağılık işleri vardır. Norveç’de sadece halk destekliyordu. Satıyor, satıyordum… Ama o kadar.
‘International’ kariyer yapabileceğim her şeyde son anda durduruyorlardı.
Bir müze sergisinin son bir saatinda, mesela, son anda durduruyorlardı ve bizim devletimiz yanımızda yoktu. Sergiden sergiye gül gönderiyorlardı sadece…
Kanada’yı da bir halt zannettim, geldim işte. Fakat kariyerim bu kısa zamanda çok ilerledi diyebilirim. Bunlar daha profesyonel rasist, çaktırmıyorlar.
Kanada’da neler yapıyorsunuz?
Bu da soru mu şimdi? Ben resimden başka bir şey yapmam ki! Parmağımı oynatmam başka bi şey için. Saçma bir soru.
Bu süreçte hiç Türkiye’ye geldiniz mi?
Hayır, gelmedim. Hep burada, aha bu odadaydım. Annem öldü, babam öldü, ben buradaydım, resim yaptım. Hiçbir yere gitmedim.
Her hafta aradım. Onlar da beni sık sık ziyaret ettiler. Ben, arada ot kesmeye çıkıyordum dışarı.
Türkiye’ye gelmeye yeltendim birkaç defa. Birkaç Kültür Bakanı ısrar ettiler. En son Suat Çağlayan’dı. Ben tam hazırlanırken, ya hükümet düştü ya da istifa ettiler. Bilemiyorum. Ben sözümden hiç dönmedim. Her zaman Türkiye’ye ‘Evet’ dedim. Hatta bundan bir yıl önce, Türkiye’deki tanıdığım herkese mektup yazdım. Türk tarihinin resmini yapabilirim. Kurtuluş Savaşı, sözde Ermeni soykımının iç yüzü… Tarihçilerle bir araya gelip, dünyanın en büyük resimli tarihini yapabilirdik. 10 yılımı buna verebilirim ve bütün talebelerim de ‘Evet’ dedi. Hepsi 10 yılını bana adıyorlar, dedim. Gazetelere yazdım. Her yere yazdım. Kimseden cevap alamadım. 10 yıl sonra Türkiye’nin AB’ye girişine bundan daha güzel bir karşılama olamazdı diye düşünmüştüm. Türk medyasının ilgisini, ona ihanet eden sanatçılar çekiyormuş demek ki! Sadece Avrupa’nın ilgisini değil. Onlarsız günümüz geçmiyor. Aslında teklifim, dünyanın en muazzam sanat teklifi idi. Hiç yapılmamıştı. ‘Tek’ idi, olağanüstüydü. Çok da şerefliydi. Bunu benden başkası da yapamazdı.
Norveç’den sonra Türkiye’ye yerleşmeyi düşündünüz mü?
Ben Türkiye’den hiç ayrılmadım ki! Hep Türkiye’de yaşadım. O da bende! Hayatımda bir kere olsun Avrupa’da ne TV seyrettim, ne haber. Sadece Türkiye! Sadece Türk gazetesi okudum. Başka bir şeyi hiç düşünmedim.
İncil’in güzel bir lafı vardır: “İnsan bir yabancı diyarda normal ziyaretin dışında uzun müddet kalırsa, ne yabancı diyarda mutlu olur, ne de tekrar vatanına döndüğünde..” Benim başıma gelen de budur. Artık mutlu olamayacağıma göre, bari işe yarasak diyorum.Mutlu veya mutsuz olmayı aşmıştım artık.
İsterseniz gelirim.
Norveç’te en çok kazanan ressam olarak değerlendiridiniz, bunun sebebi neydi?
Bunun sebebi tabii ki en çok kazanan ressam oluşumdur. Galiba sorunuzda, neden en çok kazanan ressam olduğumu soruyorsunuz.
Bu çok doğaldı. Benim sanat tarifimde çıplak kral yoktu. Olduğu zaman da, kral çıplak olduğunu biliyordu. Aşağılanmaya hedef olan halk, umudu bende gördü. Boş tuali halka gösteriyorlar ve bunun için milyarlar harcıyorlardı, inandırıcı olsun diye. Dev müzeler inşa ediyorlardı, Joseg Boey’un çürük yumurtalarını koymak için!
Üniversitelerde binlerce Prof. yetiştirdiler. Türkiye’nin en akıllı geçinen Sabancı ailesi bile büyük paralar harcayarak bir Picasso sergisi getirdi Türkiye’ye. Bu adam tanrı mı ki, hiç hata yapmasın? Bir tek kritikçi resimleri kritik etmedi. Bütün gazeteler, Türkiye’nin artık dev bir kültür ülkesi olduğunu yazdı. Ama o serginin içinden bir iki resmi, küçük çocuklar yapsaydı ve sergiye koysaydı, ne bizim kritikçiler ne de Sabancı ailesi bunu göremeyecekti. Bütün Türkiye bu sergi ile aşağılandı. Otobüslerle köylü çocukları getiriliyordu. Siz göremezsiniz, sadece biz görürüz diyorlardı. Çok acı idi…
Tanrı ressamı yarattı, ne yarattığını görmek için!
Türkiye’de, Picasso’nun ona bir şey verdiği tek kişi bulamazsınız.Ama konuştuğu zaman hiçbir şey anlamadığınız çok kişi bulabilirsiniz . O kişileri “one minut” diyen birileri olmalıydı . Çünkü o anlaşılmayan cümleleri anlaşılır hale getirdiğiniz zaman, ya yeşil ya da mavi dediğini göreceksiniz .
Ben bunu yapmadım. Kimseyi aşağılamadım. Ben insanların bir parçasını yaptım. Onu almak zorundaydılar. Parçaları neye mâl olursa olsun, onu satamazlardı. Bu yüzden aldılar. Zaten bana ödediklerini benim yine onlara vereceğimi biliyorlardı. O paralar tekrar resim oldu. Ben hiç yaşamadım. Yaşayan sanatçıyı sevmez sanatsever. ‘Bestseller’ olmamın nedeni budur diye düşünüyorum. Ben sendim.
Sizi diğer ressamlardan ayıran en önemli özellik nedir?
Sanat kişisel gelişmedir.Dün ile bugün arasındaki farktır. Her sanatçı, her sanatçıdan zaten bu yüzden ayrılır. Ben bir tarafa, onlar başka bir tarafa değil. Herkes zaten kendi tarafında. Sanat benim. Size sorarlarsa, siz de ‘sizsiniz’ deyin.
Sanatçının kişiliği yoktur. Bu yüzden sanatçı olur. Sanatçı doğulamaz. Sanatçı olunur. Artık kimse kimseyi kandırmasın laf salatası ile.
Sanatçı kendisini aramaz. Yapar! İşidir bu onun. Bir inşaat gibi teker teker tuğlaları dizer. Yükselebildiği kadar. Tabanı sağlamsa, sağlam bir zeminde gökdelen bile yapabilir.
Benim diğer sanatçılardan farkım; ben kişiliğin çoğul olduğuna inanırım. Gelişirim, içime siz de girersiniz. Gelişirim, birgün bütün bir mahalle ve bütün bir ülke, hatta dünya girebilir. İçimde milyonlarca kişi.
30 yıl evli bir kadına beni sorarlarsa, nasıl bir adam diye, bir bakar ve fikir sahibidir, şöyle böyle birine benziyor der. Ama günde 50 erkek değiştiren bir genelev kadını beni tanımaz. Erkeklerin hepsi aynı der.
Çok kişi tanımakla çok kişi olmaz içinizde. Bir kişiyi iyi tanırsanız, çok insan tanırsınız. Ben kendimi inşa ederek sizi tanıyorum. O kişi benim. Siz ile hiç işim olmaz benim. Ama benim içimde mutlaka bir yerdesinizdir.
Diğer sanatçılar tam tersine, kişiliklerini minorize ederler. Gittikçe daraltırlar dünyalarını. Büyük filozofların laflarının arkasına küçük işleri ile saklanırlar. Onlar inanmaz artık o çocuğun büyüdüğüne. Bana göre çoğu sahtekardır. Ama devletin onları desteklemekteki amacı o değildir. 1945’lerden sonra dinler zayıfladı. Batı Almanlar yeni bir din aradılar. Ülkeleri için canını verecek kurban lazımdı. Bush’un, Tansu Hanımın, şunun bunun emri ile asker canını vermez. Ona inanç gereklidir. Ülkelerini ancak böyle koruyabilirler.
Boş tuale bakıp da ‘Ben anlamıyorum.’ demekle, kutsal kitaba bakarak ‘Hocam nedir fetvanız bu konuda?’ demek arasında bir fark olmadığını anladı Almanlar.
Boş resme bakacaksın ve soracaksın: Hocam ne görüyorsun?
Sen göremezsin zira. Bu boş tualler basit olaylar değillerdir. Masum da değiller. Onlar ona bakanı kurban ederler. Yeter ki kurban ben anlamıyorum desin. O zaman o anladığı hocayı içinde büyütecektir.
Ben bunu yapamam. Ben onu bakanı büyütmek için yaparım, küçültmek için değil.
Halk gelişmeli, büyümeli ki; içimdeki kalabalık, boş kalabalık olmasın. Kimseye kurban olmasın. Ne çoban olsun ne koyun. İnsan olsun. Benim farkım bu.
Türkiye’deki koleksiyonerlerde resimleriniz bulunuyor mu?
Evet. Sezai Özgören’de var ‘The Day and the Night’ (Gece ve Gündüz) adlı bir resim, ayrıca Demet Sabancı ‘Lien’, Gürcan Türkoğlu’nda ‘Self Portrait’ (Özlem),
Dinç Bilgin’de ‘Love and Shadow’ var.Bedri Baykam Koleksiyonunda da ‘Rising Up’ ve ‘Çığlık’ var .Diğerlerinin isimlerini hatırlamıyorum .
Türkiye’de resimlerinizden çok ‘süryani’ tartışmasıyla gündeme geldiğinizi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de süryani tartışması içinde bir defa oldum. Özdemir İnce’nin bir köşe yazısında. Ona bir mektup gönderdim, son zamanlarda Süryaniler de, Ermeniler gibi 1.5 milyon Süryani’ye soykırım yapıldığını iddia ediyorlardı.
Ben de, ‘Dedemin kardeşi Mardin Manastırı’nda papazdı, onlar duymamışlar da, 100 sene sonra Amerika’daki tuzu kurular mı duymuş?’ diye bir fikir beyan ettim.
Türkiye’nin kültüründe soykırım olsaydı bunu en önce biz hissederdik.
Ayrıca, ‘Ben Süryaniyim, ben Kürtüm’ gibi konuşmalara karşıyım. Bunun kimseye faydası yoktur. Ben nasıl Süryani olacağım? Süryani olayı bir din olarak mı algılanıyor, yoksa bir millet mi? Bir devlet mi?
Benim milletim belli, Türk. Devletim de belli, Türkiye. Allah’a saygılıyımdır. Herkesin de saygı duymasını isterim. Onun yarattığı her şeye saygılıyımdır. Denizde yürümem, yüzerim veya balık tutarım. Kanatlı meleklere, şeytanlara inanmam. Kuşlara inanırım, Allah’ın yarattığı her şeye ve kanunlarına saygılı bir Türk vatandaşıyım ben.
Kendinizi nasıl bir ressam olarak tanımlıyorsunuz?
Dün için bilge, yarın için cahil! Öyle bir ressamımki, Tanrı’nın bir damla sevinç gözyaşıyımdır. İki yüzlüler bu yaşla yıkanmalıdır.
Korunan kültürler geri kalır. Değişen kültürler yok olur. Ben devrim değil, gelişimden yanayımdır. Kültürler yıkılıp yeniden yapılmamalıdır, sadece gelişmelidir.
Böyle bir ressamım işte. Bir daha sizi gördüğüm zaman daha mutlu olmanızı görmek isterim. Resim bahanedir. Ressam insanı dayatmasız arayan insandır. Dayatılan kişiliği ile ancak yer, içer. Resimlerinde millet, aile, vatan yoktur. Ressam insanı arar. Resmi çerçevesine koyduğu an temsil ettiği kültüre sunar. Adına sergi diyorlar. İnsanlar orda kendilerini görebilen ışığı yakalarlar. Ressamın mutlu olması için bir sebep vardır. Ama sadece bir an.. Onun işi, hemen bir sonraki sergisinde onu inkar etmek olacaktır. Gelişim böyle olur.
Beynelmilel bir değer olduğu için de, kültür değiş tokuşu yapılabilen tek meslektir. Sanat, insan yolculuğunda bir umuttur.
Göçmenlik, kültür alışverişi değildir. Onlar gelenekleri ile gider, gittikleri yeri de geriletirler, tekrar döndükleri yeri de…
Onlar kültür düşmanlarıdır. Gelişmeyen kültür gelenektir. İnsanın baş düşmanıdır. Yıkmayacaksın, geliştireceksin. Varlığımın nedeni budur. Resim bahanedir. Gelişmeyi sembolize eder. Bir milletin bayrağı gibidir. Milletleri bayrağı nasıl temsil ediyorsa, ressamın resmi de onun o periyottaki gelişimini temsil eder. Ressam tanınmadan resmi kritik etmek, sirkteki palyaçolara veya tarihin papağanlığına soyunmak demektir. Benim için kritik diye bir şey yoktur. Bana soracak benim resmimi, ben anlatacağım. O da bunu daha basit bir lisanla halka anlatacak. Ama bizim kritikçiler ne yapıyor? Benim resmimi bana anlatıyorlar. Ben bir şey anlamıyorum. Böyle bir meslek grubu olamaz.
Türkiye’den ve dünyadan hangi ressamları beğenirsiniz?
Bu uğurda emek veren herkesi beğenirim. Kötü ressam yoktur. Hayatını bu çerçeveye paketleyip koyan insan değerlidir, aynı fikirde olmasak bile.
Bedri Baykam, örneğin, kıskanılacak kadar zekidir. Kendisi resim olsaydı, o resmi yapmak isterdim. Ama onun resmi olmak istemem.Bu yuzden o Bedri Baykam’dır, ben Eser Afacan.
Sanatın bütün tariflerine uyuyor. Gelişiyor ve geliştiriyor. Ama o gelişmeyi sembolize eden değer bana göre değil . Bu yüzden ben onu kendime göre, o da kendine göre yorumlar. Resim sanatı budur. Sanatçılığına diyeceğim bir şey yok. Gelişiyor çünkü. Onu temsil eden resimler onun değerinde olduğunu tarih gösterecektir . Ben onu tam takdir ettiğim durumda ben, ben olmam . O da ben.
İster Türk sanatçısı olsun, ister yabancı, bu değerlerle bakarım.
En beğendiğim sanatçı Bedri Baykam’dır, içerde de dışarda da.
Türkiye’deki resim ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de sanat ortamı dünyanın çok ilerisinde. Dünyada bu iş çok kötü gidiyor. Türkiye’nin tek sorunu hep Avrupalıyı bekliyor. O ne yapacak da onu taklit edecek! Kafada, hep bir halı yapar gibi ‘tekrar’ kültürü var. Bu özgün sanatta da böyle. Avrupa palavra mı attı, hemen bizde de aynı palavra!
Adam bardak kırıyor, bizimkisi şişe kırınca değişik olduğunu sanıyor. Gelişim böyle olmaz.
Zaten Avrupalının da geliştiği yok bu şekilde. Ama en azından bu işten, sanatçının umudunu kullandığı için para kazanıyor. Yarışmalar düzenliyor. Adam başına 25 Dolar vererek binlerce sanatçı katılıyor. Yüz binlerce galeri para kazanıyor. İyi bir ressam, fırça kontrolünü yirmi senede öğrenir. Galeriler Avrupa’da bu sürümün peşindedir. İyi ressam istemezler. Onların müşterisi umut yolcularıdır.
İyi de, Türkiye’ye ne oluyor? Tam fırsattı aslında, Avrupa’nın içine düştüğü çukurdan çıkana kadar Türkiye kültür devrimi yapabilirdi.
Ya el işiyle uğraşıyor, adına sanat diyor, ya da şarkıcılara sanatçı diyor. Sanat çevresi sanki Pavyon kabadayılığının bir değişik yüzü. Bireysel sanatçıların sesi soluğu çıkmıyor. Elleri kolları bağlı. 600 sene önce yapılan devri yakalamaktan çok uzağız.
Yurt dışında Türk resim sanatı nasıl görülüyor?
Yurt dışında Türk sanatı diye bir sanat yoktur. Sanatın milleti olmaz. Sanatçının milleti olur, sanatının değil. Dolayısıyla Türk resim sanatı yoktur.
Türk sanatçılarına gelince, hiç duymadım isimlerini. Gerçi ben pek ilgilenmiyorum, kim ne yapmış! Sorduğunuza göre siz de bilmiyorsunuz. İskandinavya’da adlarını hiç duymadım. Amerika’da bir iki tane varmış. İtalya’da hiç duymadım. Var bir iki, ama başa çeken hiç yok.
Fransa’da biri vardı. Onu da ne kadar tutabilirsiniz bilemiyorum, zira ayda 10,000 tane sade New York’a yeni taşınan böyle sanatçı var. İşiniz zor.
Önümüzdeki zaman diliminde Türkiye’de gerçekleştirmeyi düşündüğünüz bir proje var mı?
Sadece Erenusla 2 karma sergi, Beylerbeyi, Dolmabahçe ve Tophane-i Amire’de kişisel sergim olacak.
Ve sergi açıldı .
Korkunç bir kalabalık .
Ve ben açılışta kaçıyorum . Sahilde bir kahvede çayımı içiyorum . Bir yolunu bulup yalnız kalmıştım .
Türkiye’de sergimi møsyoler işgal etmisti . Türkiye’nin önemli sanat danışmanlarının sorularından çok sıkılmıştım .
Portakal Muzayede : Resimlerinizdeki tiplemeler Türk tipi değil .
Anne ve çocuk Rafael’den Araklanmis. (Kendi kızım ve annesi idi.) Ve dünyada bir annenin çocuğuna sarılmadığı tek anne bebek resmi idi . Avrupa’da 42 yıl kalan bir sanatçıdan bıyıklı, fesli resim mi beklenmişti anlayamamıştım .
Bir gazeteci bayan mülakattan sonra, “Siz çok özel birisiniz, sanırım sizi biz yok edeceğiz” dedi . Anlam veremedim .
Kulağıma fısıldayan dostlar her şeyi biliyordu. Ben anlayamadim .
45 gazete ve 8 ulusal kanal önem vermişti . Modern Simyaci vatanına döndü diye . Bu fısıldamalara önem vermedim . Bu imkansızdı .
3 sene sonra Türkiye’den ayrıldığım gün gözlerim görmüyordu.
Bataklığın tam ortasına düşmüştüm . Bataklıkta savaşamazdım . Geri döneceğim dedim. Ayrıldım.
Türkiye’de bir daha asla resim satmama kararı aldım . Ama canımı vermeyeceğim kararı almadım . Geleceğim her şeyimi vereceğim . Canımı da gözlerimi de birikimimi de . Ama resim asla .Çünkü sanat kişisel gelişimdir . Dün ile bugün arasındaki gelişim farkını temsil eder . Kişiliğin bayrağıdır . Insanlığı temsil eder . Bayrak yere asla değmez . Kirlenmez . Can verilir, bayrak yere deymez .
Iyi de ben hatayı nerede yapmıştım? Bu hatayı da tekrarlamaya kararlıydım. Başka çarem yoktu .
Sanatçı namzetlerinin iki ayağı olmalıdır . Birisi onlara verilen kimlik, bir diğeri de kendisinin geliştirmiş olduğu kimliktir. Verilen kimlik vatan, millet, gelenek, görenekler ve ülkenin değerleri, inançlarıdır. Diğeri ise kendi yapmış olduğu sanatçı ayağıdır. O hürce adımlarını atmalıdır. Her ikisi de bir gövdeye bağlıdır. Hür sanatçı ayağının gidebileceği yer, ne kadar hür olursa olsun diğerinin çok uzağına gidemez. Her ikiside verilen kimlik ile hareket ederse gidebileceği yer geleneklere bağlı folklörü geçemez. Kendisine kimlik kazanamaz. Her ikiside hür olan ayaklar ise ayağı yerden kesilir, baş üstüne düşer. Benim hatam burada idi. Ve vatanımda baş aşağı düşmüştüm . Ve bu hatayı yapmaya devam edeceğim . Ama talebelerime öğreteceğim şey; bir ayağını yere sağlam basmasıdır . Baş aşağı düşmeye geliyorum .
Herkes sanatçı olmak zorundadır. Sanatçı doğulur lafı yalandır. Sanatçı olunur. Insanlığa, tabiatın en büyük emridir gelişim. Insan olmanın en büyük şartıdır. Resim, heykel bahanedir . Her şey gelişim içindir. Bir garson olabilirsiniz, muhasebeci veya marangoz . Her şeyde gelişmeniz gerekir. Sanat budur . Gelişimdir . Sanatçı doğulur sözü ile insan kıyımı yapılmıştır. Her şey gelişim içinde olmalıdır.
SANATÇI DOĞULUR SÖZÜ SANATI DA INSANI DA YOK EDER. INSANLIĞA YAPILAN EN BÜYÜK SOYKIRIMDIR. INANÇLAR DA BU ŞEKİLDE YOBAZLAŞTIRILMIŞTIR. INSAN DA.
PS: Bu mülakat sol ayağımın sağ ayağımla yaptığı mülakattır. Bana verdiğiniz kimlik kendi yapmış olduğum kimliği sorgulamasıdır.